Ana Sayfa Bilgi Bankası

31 Ocak 2011 Pazartesi

PSİKİYATRİ,Ruhsal bozukluklar,Davranışçı psikiyatri,Psikodinamik psikiyatri,Toplumsal psikiyatri,Psikiyatrlar,


PSİKİYATRİ. Tıbbın uzmanlık dallarından biri olan psikiyatri, ruhsal bozuklukların ince­lenmesini ve tedavisini konu alır. Ruhsal bozukluk teriminin kapsamı çok geniştir; bir uçta çok hafif ve geçici rahatsızlıklardan öbür uçta çok ağır ve uzun süreli hastalıklara kadar uzanır. En ağır ruhsal bozukluklar, psikiyatri alanında uzmanlaşmış doktorların, yani psiki­yatrların ya da halk arasındaki yaygın adıyla "ruh doktorlarının psikoz olarak tanımladık­ları kişilik bozukluklarıdır. Psikozların, farklı belirtilerle ortaya çıkan pek çok türü vardır; ama yapılan araştırmalar, incelenen her top­lumun oldukça küçük bir yüzdesinde psikoz­lara rastlandığını ortaya koymuştur.
Psikiyatrlara göre üç ayrı tipte psikoz var­dır. Birinci gruptakiler, tıpkı vücudu etkile­yen hastalıklar gibi fiziksel nedenlerden ileri gelir. Beyindeki organik bir bozukluktan kay­naklandığını belirtmek üzere "organik psikoz­lar" adı altında toplanan bu hastalıkların iyileşme şansı, psikiyatrın, hastalığın temelin­de yatan fiziksel bozukluğu saptayıp tedavi edebilme yeteneğine bağlıdır.
Öbür iki gruptaki psikozların ise böylesine somut ya da henüz saptanabilmiş bir nedeni yoktur. Psikiyatrlar bu iki grubu ayırt edebil­mek için hastalık belirtilerinin özelliklerini göz önüne alır ve temel zihinsel süreçlerden hangisinin, düşüncelerin mi yoksa duyguların mı daha çok etkilendiğini saptamaya çalışır­lar. Düşünce bozukluklarıyla ortaya çıkan psikozların en uç örneği şizofrenidir. Duygu bozukluklarının daha ağır bastığı psikozlara ise duygulanım bozuklukları denir.
Bazen bu iki gruptaki psikozlardan hangisi­nin söz konusu olduğunu saptamak oldukça güçtür; çünkü hastalık çoğu zaman hem duy­guları, hem düşünceleri aynı yoğunlukta etki­ler. Psikiyatrlar, sağlıklı bir tanı koyabilmek için, bu iki psikoz grubundaki hastalık belirti­lerinin nasıl ve hangi koşullar altında başladı­ğını büyük bir titizlikle araştırdılar. Sonunda düşünce bozukluklarının, özellikle şizofreni­nin hemen her zaman ergenlik çağının bitimi­ne doğru ya da yetişkinlik döneminin ilk yıllarında ortaya çıktığını saptadılar. Hastalı­ğın başlangıcında kişi, çoğu zaman saplantıya dönüşerek kendisini rahatsız eden kuruntula­ra (yanlış ya da temelsiz düşüncelere) kapılır.
Ayrıca, olmadık sesler işitmek ya da hayaller görmek biçiminde ortaya çıkan sanrılar (halüsinasyonlar) ve öbür duyu yanılsamaları baş­lar. Bu düşünce ve algılama bozuklukları bazen bütün zihinsel süreçlerin işleyişini alt­üst edecek ve kişide panik yaratacak kadar güçlüdür. Hasta, yani şizofren, bir noktadan sonra artık neyin gerçek, neyin gerçekdışı olduğunu ayırt edemez. Yaşadığı olayları ve karşılaştığı davranışları yanlış anlayıp yanlış yorumlar; insanlarla ve dış dünyayla ilişkileri bozulduğu için giderek içine kapanır. Psiki­yatrlar bu durumu "gerçekle bağlantının kop­ması" olarak tanımlamışlardır.
Duygulanım bozuklukları genellikle daha ileri yaşlarda başlar. Bu tip hastalıklarda kişi ya derin bir ruhsal çöküntü içindedir ya da kendisini çok değersiz hissettiği, hatta intiharı düşündüğü çökkünlük (depresyon) durumu ile kendisini her şeyden önemli gördüğü taşkınlık (mani) durumu arasında gidip gelir. Bu yüzden psikiyatride bu hastalığın adı manik depresif ya da manyakodepresif psi­kozdur (taşkınlık çökkünlük psikozu).
Duygulanım bozukluğu olan hastalar teda­viyle normal kişiliklerine yeniden kavuşabilir­ler. Oysa düşünce bozukluğu olan hastaların, özellikle şizofrenlerin çoğu tedaviden sonra bile hastalığın bazı izlerini taşırlar ve tümüyle eski kişiliklerine dönmeleri pek olağan de­ğildir.
Günümüzde, düşünce ve duygu bozukluk­larının en yıkıcı belirtilerini denetim altına almaya yardımcı olabilecek çeşitli ilaçlar var­dır. Ne var ki, hiçbir ilaç bu hastalıklara köklü bir çare olacak kadar etkili değildir ve ruh sağlığının en ciddi sorunu olan psikozların gerçek nedenlerini belirleyip tedavi olanakla­rını bulabilmek için araştırmaların sürdürül­mesi gereklidir.
Psikiyatrlar, bunların dışında kalan ve daha hafif belirtiler gösteren pek çok ruhsal bozuk­luk tanımlamışlardır. Kuşkusuz düşünce ve duygu süreçlerinin işleyişini bozan, ama psi­kozlar kadar ağır ve yıkıcı olmayan bu hasta­lıklar nevroz adı altında toplanır. Nevrozların en belirgin özelliği, kişinin kendi düşünce ve duygularında bir bozukluk olduğunu fark edip hastalığının bilincine varabilmesidir. (Oysa psikozlu hastalar bütün gerçekler gibi kendilerindeki değişiklikleri de yadsır ve has­ta olduklarını kabul etmezler.) Nevrozlu has­taların tedavisinde, kişinin kendisini rahatsız eden sorunları anlayıp bunların üstesinden gelmesine yardımcı olan psikoterapi yoluyla genellikle çok olumlu sonuçlar alınabilmekte­dir. Psikoterapinin pek çok yöntemi vardır; ama hepsinin ortak yanı psikiyatrla konuşa­rak sorunun temeline inmeye, ruhsal çatışma­nın nasıl ve neden kaynaklandığını saptayarak belirtileriyle nasıl başa çıkılabileceğini araştırmaya dayanır.
Psikiyatrlar henüz bütün ruh hastalıklarının nedenlerini tam olarak belirleyemedikleri için, uygulanacak en iyi tedavi yöntemleri konusunda da tam bir uzlaşmaya varabilmiş değillerdir. Bu nedenle günümüzde, ruh has­talıklarının kökenine ve tedavisine değişik açılardan yaklaşan dört temel psikiyatri okulu vardır. Biyolojik psikiyatri, ruhsal bozukluk­lardan çoğunun beyindeki işleyiş bozuklukla­rından kaynaklandığını savunur. Dolayısıyla bu görüşü benimseyen psikiyatrların araştırmaları beynin yapısını ve işleyişini daha iyi anlamaya yöneliktir.
Davranışçı psikiyatri, insan davranışların­dan çoğunun sonradan öğrenildiğini vurgula­yarak, ruhsal bozuklukların da büyük ölçüde öğrenilmiş davranışlar olduğunu öne sürer. Bu okula bağlı psikiyatrlar her şeyden önce hastalığın dışavurumu olan belirtilere önem verir, bir belirtinin altında gizli nedenler aramazlar. Araştırmalarının odak noktası, bu olağandışı davranışın nasıl öğrenildiğini ve psikoterapi yoluyla nasıl değiştirileceğini sap­tamaktır.
Psikodinamik psikiyatriye göre, ruhsal bo­zuklukların çoğu zihindeki bilinçdışı süreçle­rin sonucudur. İstekler, korkular ve gereksi­nimler, kişinin düşünceleri, duyguları ve dav­ranışları üzerinde ters ya da olumsuz etki yaratan ruhsal çatışmalara yol açabilir. Kişi­nin bilinci dışında gelişen bu çatışmalar, bilinçaltının derinlemesine araştırılmasıyla or­taya çıkarılabilir. Bunun yolu da kişiyi özgür­ce konuşma akışı içinde bütün düşlerini, yarattığı fantezileri, hatta aklına gelen her şeyi anlatmaya yüreklendirmektir. Buna psi­kiyatride "özgür çağrışım" yöntemi denir. Psikodinamik psikiyatri araştırmalarının te­mel amacı, zihnin derinliklerini ve bilinçaltını elden geldiğince anlamaya çalışmak, özellikle çocukluk çağında bu iç çatışmaların ve gergin­liklerin nasıl geliştiğini belirleyebilmektedir.
Toplumsal psikiyatri okulu ise, ruhsal bo­zuklukların çözümlenmesinde kişinin yaşam deneyimlerini ya da beyinsel işlevlerini değil, yaşadığı toplumsal koşulları, yani yetiştiği çevreyi, toplumsal sınıfı ve çevresinden gelen baskı ya da zorlamaları araştırmak gerektiği­ne inanır. Bu psikiyatri araştırmalarının hede­fi hastanın kendisi değil toplumsal çevresidir.
Ruhsal bozukluklar, yukarıda tanımlanan bu dört grup öğenin bileşkesi olabilir; başka bir deyişle, beyindeki organik bir bozukluk, öğrenilmiş davranışlar, iç çatışmalar ve top­lumsal baskılar belki de hastalığın gelişmesin­den aynı derecede sorumludur. Ruhsal bo­zuklukların nedenleri ve etkili tedavi yöntem­leri konusunda bilim adamlarının henüz uz­laşmaya varamamış olmaları, psikiyatrinin bu hastalara yardımcı olmakta çaresiz kaldığı anlamına gelmez. Çağımızda hiçbir ruh hasta­sının durumu umutsuz değildir ve çeşitli psikoterapi yöntemleriyle günden güne daha umut verici sonuçlar alınabilmektedir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder