Ana Sayfa Bilgi Bankası

8 Şubat 2011 Salı

NÜFUS,Türkiye'de Nüfus,Nüfus Kuramları,NÜFUS SAYIMI,


NÜFUS, bir bölgede belirli bir tarihte yaşa­yan toplam insan sayısıdır. Bu bölge bir kent, köy, ülke, kıta ya da dünya gibi değişik büyüklüklerde olabilir. Nüfus genellikle insan sayısı olarak düşünülmektedir, ama bu insan­ların yaş, cinsiyet, eğitim ve meslekleri gibi bazı özellikleri de önemlidir.
Dünya nüfusu zaman içinde büyük artış göstermiştir. Geçmişle ilgili tahminlere göre, dünyada nüfus İS İ. yüzyıl dolaylarında yak­laşık 300 milyonken, 17. yüzyıl ortalarında yaklaşık 550 milyona ulaştı. 1850'de iki katına çıkarak 1,1 milyar olan dünya nüfusu, daha sonra iki katından fazla artarak 1950'de 2,4 milyarı geçti. O zamandan beri nüfus artışı daha da hızlanmıştır. Birleşmiş Milletler veri­lerine göre 1 Temmuz 1989'da dünya nüfusu 5 milyar 234 milyondu. 2000 yılında bu sayının 6 milyar 251 milyona ulaşacağı, 2025'te ise dünyada 8 milyar 467 milyon insan yaşayacağı tahmin edilmektedir. Geleceğe ilişkin bu tah­minler, günümüzdeki nüfus artış hızı dikkate alınarak yapılmaktadır. Günümüzde her yıl yüzde 1,78'lik bir artış hızıyla dünya nüfusuna 93 milyon insan eklenmektedir. Ama dünya­nın azgelişmiş bölgelerinde nüfusun yıllık artış hızı yüzde 2'nin üzerindeyken daha gelişmiş ülkelerde bu oran yüzde den azdır. Verilere göre, 1989'da dünya nüfusunun yüz­de 77'si azgelişmiş ülkelerde yaşamaktaydı.
Nüfus genel olarak doğum ve ölüm sayıla­rıyla belirlenir. Ama bazen göçlerle bir bölge­ye gelen ya da ayrılan insan sayısı da nüfus artışında önemli bir etken olabilir. Dünyada nüfusun olduğu gibi kalması, yani nüfus artışının durması için doğum ve ölümler arasında bir denge kurulması gerekir. Avrupa ve Kuzey Amerika'da nüfus neredeyse değişmemektedir. Bazı Avrupa ülkelerinde ise doğum sayısı o kadar düşüktür ki, nüfus azalmaktadır. Bu ülkelerde yaşlıların nüfus içindeki payı ölüm oranının düşüklüğü nede­niyle artarken, genç nüfus azalmaktadır. Azgelişmiş ülkelerde de ölüm oranında düşüş görülmekte, ama doğum oranı yeterince azalmadığı için 1950'lerden bu yana bu ülkelerin nüfusu hızla büyümektedir. Bu durumda gençlerin toplam nüfus içindeki payı artmakta ve çocuk doğurabilecek yaştaki (15- 45) kadın sayısının yüksekliği nüfusun hızlı artışında etkili olmaktadır.
Dünya genelinde ortalama ömür de uza­maktadır. Tıptaki gelişmeler ve sağlık hizmet­lerinin yaygınlaşmasıyla insanların yaşam sü­resi uzamıştır. Dünyada ortalama ömür 63 yıldır. Gelişmiş ülkelerde 73 yıl olan ortalama ömür, azgelişmiş ülkelerde 60 yıla düşmekte­dir. Ortalama yaşam süresinin 51 yıl olduğu Afrika, kıtalar arasında en düşük ortalamaya sahiptir.
Yılda yüzde 2,5'in üzerinde bir hızla artan nüfus yaklaşık 25 yılda iki katına çıkar. Hindistan (835 milyon), Endonezya (177 mil­yon), Brezilya (147 milyon) gibi çok kalabalık bazı ülkelerde yıllık nüfus artış hızı yüzde 2'den fazladır Kenya, yıllık yüzde 4'ü aşan artış hızıyla dünyada en yüksek nüfus artışı görülen ülkelerden biridir. 1989'da nüfusu 1 milyar 104 milyona ulaşan Çin, 1970'lerde ve 1980'lerde uyguladığı doğum kontrol poli­tikasıyla nüfus artış hızında önemli ölçüde bir azalma sağlanabileceğini göstermiştir. Evli çiftlerin yalnızca bir çocuk sahibi olmasını öngören hükümet kararı, Çin'de nüfus artış hızının yılda yaklaşık yüzde 1,2'ye düşmesini sağlamıştır. Ama 1985'ten sonra, bu ülke nüfusu da tahmin edilenden daha hızlı art­mıştır.
Gelişmiş ülkelerde halkın büyük çoğunluğu kent ve kasabalarda yaşar. Kentsel nüfusun yoğun olduğu bölgeler arasında Batı Avrupa, ABD'nin doğusu ve California eyaleti sayıla­bilir. 1989'da dünya nüfusunun yaklaşık yüz­de 41'i kentsel alanlarda yaşıyordu. Azgeliş­miş ülkelerde ise, halkın dörtte üçü nüfus yoğunluğu fazla olan kırsal alanlarda yaşar ve bu yüzden gıda üretimine elverişli toprak azdır. Örneğin, Nil vadisinde, Hindistan'da, Çin'de, Güneydoğu Asya'nın büyük ırmakla­rının vadilerinde ve Endonezya'nın Cava Adası'nda böyle bir durum yaşanmaktadır. Bu bölgelerde kent nüfusları da hızla artmak­tadır.
Doğal nüfus artışının, yani doğumların ölümlerden fazla olmasının yanı sıra, kırsal kesimde geçimlerini sağlayamayan insanların göçü de kentlerin hızla kalabalıklaşmasına yol açmaktadır. Günümüzde, örneğin Meksika' da Meksiko, Endonezya'da Cakarta ve Hin­distan'da Kalküta gibi, dünyanın en kalabalık kentleri azgelişmiş ülkelerdedir. Azgelişmiş ülkelerin ekonomik koşulları kentlerin gide­rek artan nüfusuna iş ve konut sağlamada yetersiz kalmaktadır. Buralarda su sıkıntısı, kanalizasyon ve çevre kirliliği de önemli sorunlar arasındadır.
İnsanlar, nüfus fazlalığının yarattığı baskı­dan daha farklı nedenlerle de göç ederler. 19. yüzyılın ikinci yarısı ile 20. yüzyılın başların­da, milyonlarca insan Avrupa'dan Kuzey Amerika'ya göç etmiştir. Artık, kıtalar ara­sında böyle büyük boyutlu göçler yaşanma­maktadır. Bugün yoksul ülkelerden sanayileş­miş ülkelere olan işgücü göçünün yanı sıra doğal yıkımlar da göç nedeni olmaktadır. Günümüzün önemli olaylarından biri de be­yin göçüdür. Yetenekli ve eğitilmiş insanlar, daha fazla para kazanmak amacıyla dünyanın farklı bölgelerine, özellikle azgelişmiş ülke­lerden gelişmiş ülkelere göç etmektedir. Ayrı­ca birçok kişi siyasal ve etnik baskılar nede­niyle, mülteci olarak başka ülkelere yerleş­mektedir. 1940'larda Avrupa ve Hindistan'da mülteci göçleri büyük boyutlara ulaşmıştı. 1980'lerde dünyadaki mültecilerin büyük ço­ğunluğu Orta Amerika, Güneydoğu Asya ve Afrika'dadır.
Dünyada her bölgenin nüfusuyla ilgili sağ­lıklı veriler yoktur. Kimi bölgelerde göçler nedeniyle nüfusun saptanması oldukça zor­dur. Nüfusa ilişkin bilgi edinmenin en iyi yolu nüfus sayımıdır. Ayrıca doğum ve ölüm kayıtlarının düzgün tutulması da gereklidir. Nüfus sayımı ile elde edilen bilgiler her çeşit planlama için büyük önem taşır. Yiyecek, barınak, okul ve sağlıkla ilgili birçok sorunun çözümü bakımından insan sayısı ile nüfusun özellikleri ve hareketleri önem taşır.
Türkiye'de Nüfus
Bugün Türkiye'de yıllık nüfus artışı yüzde 2 gibi yüksek bir düzeydedir. 1927'de yapılan Cumhuriyet döneminin ilk genel nüfus sayı­mına göre Türkiye'nin nüfusu 13 milyon 648 binken, 1950'de 20 milyon 947 bine, 1985'te 50 milyon 664 bine ulaşmıştır. 1989'da ise ülkede 55 milyon 541 bin kişinin yaşadığı tahmin edilmektedir.
Türkiye'nin nüfusu özellikle 1945-75 ara­sında hızla yükselmiştir. Doğurganlık oranın­daki hızlı artış ölüm oranlarındaki düşüşle birleşince 30 yıllık dönemde ülke nüfusu yüzde 100'ün üzerinde artış göstermiştir. Bu artışın en önemli nedenlerinden biri bu dö­nemde Türkiye'nin hızlı bir gelişme sürecine girmesidir. Bir başka önemli neden de sağlık hizmetlerindeki gelişmeyle birlikte ölüm ora­nında görülen düşüştür. 1970'lerden sonra doğum oranlarında sürekli bir düşüş görül­mekle birlikte, ölüm oranında da aynı düzey­de bir gerileme olduğundan nüfus artış hızı hemen hemen aynı kalmıştır. Nüfus artışının yüksekliği, genç nüfusun hızla büyümesine yol açmaktadır.
Türkiye'de nüfus yoğunluğu denize kıyısı olan bölgelerde iç bölgelere göre daha yük­sektir. Ayrıca, sanayinin gelişmiş olduğu yö­relerde de nüfus yoğunluğunun arttığı görül­mektedir. Örneğin, önemli bir sanayi merkezi olan İstanbul'da kilometre kareye düşen in­san sayısı ülke ortalamasının 15 katına ulaşa­rak 1.023 kişiye çıkmaktadır.
Nüfus artış hızı tahminlerine göre Türkiye' nin nüfusu 1995'te 64 milyon 485 bine, 2000'de ise 73 milyon 29 bine ulaşacaktır.
Nüfus büyüklüğü tarih boyunca toplumların yaşamında önemli bir rol oynamıştır. Örne­ğin, artan nüfusun beslenme sorunu, dünya­nın yoksul ve kalabalık ülkelerini tehdit eden açlık, nüfusun toplumların zenginleşmesine ya da devletlerin gücüne olan katkısı ve üc­ret düzeylerinin belirlenmesinde nüfusun ro­lü gibi çeşitli konular tarih boyunca düşünür­lerin ilgisini çekmiş ve bu konularda değişik kuramlar geliştirilmiştir. Nüfusun bilimsel olarak ele alınışı, toplam nüfus, nüfusun artış hızı ya da ölüm oranları üzerinde yapılan ça­lışmalar ilk olarak İngiltere'de 17. yüzyılda başlamış ve nüfusbilimin (demografi) doğuşu­nu hazırlamıştır.
Eskiçağlarda insan topluluklarının varlığını sürdürebilmesi nüfus artışının yüksek olması­na bağlıydı. Bu nedenle çok sayıda çocuk sa­hibi olmak özendirilir ve kısırlık aşağılanırdı. Bu düşünce dinsel gelenekler ve mitolojik metinlerde işlenirdi.
Eski Yunanlı filozof Platon, Cumhuriyet adlı yapıtında kentlerin nüfusunun 5.040 yurt­taşla sınırlandırılmasını ve bu sınırın doğum kontrolüyle denetlenmesini önermişti. Eski Roma'da ise nüfus artışı özendirilmiş, evlilik ve doğurganlık ödüllendirilmişti.
14. yüzyılda Asya'dan gelerek Avrupa'yı saran veba salgını 25 milyon kişinin ölümüne neden oldu. Kara Ölüm olarak adlandırılan bu salgın Avrupa nüfusunda önemli bir azal­maya yol açınca, bu dönemin ekonomik ve toplumsal yapısına damgasını vuran serflik kurumu ve feodalizm de sarsılmıştır.Feodal beyler serflerin ölümüyle boş kalan topraklarını ekebilmek için çalışan­lara ücret ödemek zorunda kaldılar. Böylece, tarımda feodal yapıya tümüyle aykırı düşen ücretli emek ortaya çıktı. Bu olgu Avrupa'da feodalizmin yıkılışını ve kapitalizme geçişi hızlandıran önemli etkenlerden biridir.
16.-18. yüzyıllar arasında Avrupa'nın bir­çok ülkesinde egemen olan ve devletin gücüy­le zenginliğini ticaret yoluyla artırmayı hedef­leyen merkantilizm döneminde, nüfus artışına büyük önem verildi. Merkantilistler ve dönemin mutlak kralları nüfusu devletin zenginlik kaynaklarından biri olarak gördüler. Nüfus ne kadar fazlaysa ülke de o ölçüde zengindi. Kalabalık bir ülke daha fazla işgücü, daha bü­yük bir pazar ve daha güçlü bir ordu demekti. Ayrıca, işgücünün bolluğu ücretlerin yükselmesini önler, bu da yöneticilerin daha da zen­ginleşmesini sağlardı.
18. yüzyılda gelişen kapitalizmle birlikte nüfusa ilişkin görüşler de farklılaşmaya başla­dı. Sanayi Devrimi'nin sonucu olarak işgücü­nün yerini makinelerin almasıyla çalışan ke­simler arasında işsizlik arttı, yoksulluk ve se­falet yaygınlaştı. Bu yüzyılda işsizlik ve yok­sulluğun nüfus fazlalığından ileri geldiği düşü­nülmeye başladı. François Quesnay gibi düşü­nürler, nüfus artışının genel bir yoksullaşma­ya neden olacak boyutlara ulaşmaması gerek­tiğini savundular. Zenginliğin asıl kaynağını toprak olarak gören bu düşünürler, nüfus ar­tışının zenginleşmeye neden olamayacağını ileri sürdüler.
18. yüzyılın sonunda Thomas Robert Malthus ünlü nüfus kuramını geliştirdi. Malthus'a göre, nüfus yiyecek maddeleri üretimin­den daha hızla artmaktaydı. Eğer bu hızlı ar­tış düşürülmezse, dünya bir süre sonra üzerin­de yaşayanları besleyemez olacaktı. Ama nü­fus, kendiliğinden ortaya çıkan ve Malthus'un olumlu olarak nitelediği kıtlık, salgın hastalık­lar ve savaşlar gibi bazı gelişmelerle denetle­niyordu. Ayrıca toplumda evliliklerin azaltıl­masını ve geç evlenmeyi öneren Malthus, ah­laksal gerekçeyle doğum kontrolüne karşı çıktı.
Kari Marx ise Malthus'u eleştirerek, iyi ör­gütlenmiş bir toplumda nüfus fazlalığının so­run olmayacağını, işsizlik ve yoksulluğun te­mel nedeninin kapitalizmin işleyiş biçimi ol­duğunu söyledi. Marx, üretimi yapanların yarattıkları değerin bir bö­lümüne kapitalistlerin el koyduğunu, böylece yoksulluğun bu sistemin bir ürünü olduğunu ileri sürdü. Ayrıca Marx'a göre, işsizlik de ka­pitalist sistemin düzgün işleyebilmesi için ge­rekliydi. Çünkü, "işsizler ordusu"nun varlığı ücretlerin yükselmesine engel oluyor ve kapi­talistler düşük ücretli işçi çalıştırarak daha fazla kâr elde edebiliyorlardı. Toplumsal sis­temin değiştirilerek sosyalizmin kurulmasıyla işsizlik sorunu ortadan kalkacak ve yaratılan değerler gene onu yaratanlara geri dönecek ve fazla nüfus sorun olmaktan çıkacaktı.
I. Dünya Savaşı'ndan sonraki dönemde, Avrupa'da doğurganlık oranında görülen azalmayı sanayileşmeye, kentleşmeye, eğitim düzeyindeki yükselmeye ve bebek ölümlerindeki düşmeye bağlayan yeni bir kuram ortaya çıktı. Bu kuramı savunanlar, azgelişmiş ülke­lerde görülen hızlı nüfus artışının bu ülkeler sanayileştikçe düşeceğini ve dengeleneceğini ileri sürdüler.
Bu görüşe göre, bir ülkedeki doğurganlık oranı o ülkenin kültürel yapısı ve ekonomik gereksinmeleriyle de doğrudan ilgilidir. Ta­rımsal üretimin ağırlıklı olduğu ülkelerde, ço­cuk sayısının fazla olması, çocukların ailenin işgücüne yaptığı katkı nedeniyle istenmekte­dir. Öbür yandan, hızlı nüfus artışının bu ül­kelerin gelişmesine engel olduğu, kaynakları tüketerek sanayileşmeyi önlediği de ileri sü­rülmektedir. Bu görüşte olanlar azgelişmiş ül­kelerde sıkı bir doğum kontrolünü önermek­tedir. Karşı görüştekiler ise, dünyada kaynakla­rın büyük oranda sanayileşmiş ülkelerce tüke­tildiğini, doğal kaynaklardan da en çok sana­yileşmiş ülkelerin yararlandığını ileri sürmek­tedir. Buna göre, dünyada nüfus artışının ya­rattığı sorunların çözümü için ülkelerin den­geli kalkınmalarının sağlanması gereklidir.
1974'te Birleşmiş Milletler'ce düzenlenen nüfus konferansında yayımlanan ortak bildiri­de bu farklı görüşler dengelenmiş ve ülkelerin kalkınmasında nüfusun önemi vurgulanmış­tır. Bildiride doğum kontrolünün gerekliliği üzerinde durulmuş, ama bu önlemin yeterli olmadığı, toplumların nüfusla ilgili sorunları­nın çözümünde toplumsal refahın yükseltil­mesinin de gerektiği belirtilmiştir.
NÜFUS SAYIMI, bir ülke nüfusuyla ilgili bil­gilerin resmi olarak toplanmasıdır. Nüfus sa­yımı genellikle belirli aralıklarla yapılır. Bu sayımda bir ülkede yaşayan insanların o tarih­teki toplam sayısı bulunduğu gibi, nüfusun cinsiyet, yaş ve meslekler arasında dağılımı ile halkın eğitim ve yaşam düzeyi de öğrenilir. Nüfus artış hızı, konut durumu, çocuk sayısı, bölgelerin ya da toplumsal grupların nüfus içindeki payları da nüfus sayımlarında elde edilen bilgilerdendir. Bu bilgiler ülkede ulusal ya da yerel düzeyde yapılacak her türlü plan­lamada kullanılır. Örneğin yeni okulların, hastanelerin, parkların ve kütüphanelerin ya­pımı için nüfus sayımı verilerinden yararlanı­lır. Ayrıca özel şirketler de pazar araştırmala­rında bu verilere başvururlar. Ekonomik ve sosyolojik araştırma ve çalışmalarda da nüfus sayımı sonuçları büyük önem taşır.
Eskiçağlar ile ortaçağda nüfus sayımları iki amaca yönelikti. Bu amaçlardan biri orduya alınacak erkek sayısının belirlenmesi, öbürü ise vergi toplamak için halkın malvarlığının değerini öğrenmekti.
Roma'da ilk nüfus sayımının altıncı Roma Kralı Servius Tullius (İÖ 578-534) zamanında yapıldığı sanılmaktadır. Romalı tarihçi Livius İÖ 457, İÖ 193, İÖ 188 ve İÖ 173'te yapılan nüfus sayımlarından söz eder.
İnsanların sayımı Roma dönemi öncesinde de vardı. En eskisi İÖ 3800'e uzanan belgeler­den Babilliler'in, içinde toprak sahiplerinin adlarını ve malvarlıklarını gösteren bilgilerin de bulunduğu araştırmalar yaptıkları anlaşıl­mıştır. Çin'de sayım yöntemiyle ilgili bazı ka­yıtlar İÖ 3000'lere kadar uzanır. Kutsal Kitap'ın Eski Ahit bölümünde, beş tanesi İÖ 1491-İÖ 536 arasında yapılmış bir dizi İbrani nüfus sayımından söz edilir.
Ortaçağ Avrupa'sında sayıma yönelik bir­çok çalışma yapılmıştır. Kayıtlara göre, bun­ların ikisi Frank Kralı Şarlman döneminde (İS 768-814) gerçekleştirilmiştir. Ayrıca, İngilte­re'de 1086'da, I. William'ın buyruğuyla top­rak sahiplerinin ve mallarının listesi çıkarıl­mıştır. Düzenli nüfus sayımı uygulamasının en eski geçmişe sahip olduğu ülke ABD'dir. Bu ülkede sayımlar daha koloni döneminde, 1624'te başlamış ve ilk federal nüfus sayımı­nın gerçekleştirildiği 1790'a değin 38 sayım yapılmıştı. Bu tarihten sonra her 10 yılda bir yapılan sayımların 21.'si 1990'da yapıldı.
Avrupa'da gerçek anlamıyla ilk nüfus sa­yımları sırasıyla İsveç'te (1749), İngiltere'de (1801), Norveç'te (1815), Avusturya'da (1818), Yunanistan'da (1836), İspanya'da (1857), İsviçre'de (1860), İtalya'da (1861) ve Rusya'da (1897) yapılmıştır.
Osmanlılar'da ilk nüfus sayımları vergi top­lama ya da asker sayısını belirleme amacıyla yapıldığı için erkek nüfusla sınırlı tutulmuş­tur. İlk nüfus sayımı 1830-31'de II. Mahmud döneminde yapıldı ve bunu 1844 sayımı izledi. Kadınların da sayıldığı ilk sayım 1882-90 ara­sında gerçekleştirildi. Osmanlı imparatorluğunda yapılan son genel sayım 1903-07 sayı­mı oldu. Bu sayım sonuçlarına göre ülkenin toplam nüfusu 20.844.000 idi.
Cumhuriyet döneminin ilk nüfus sayımı 1927'de yapıldı. 1935'te yapılan ikinci genel sayımın ardından çıkarılan yasayla sayımların her beş yılda bir yapılması öngörüldü. Bu ta­rihten sonra düzenli olarak yapılan sayımların sonuncusu 1985 sayımıdır.
Türkiye'de sayım günlerinde, sokağa çıkma yasağı uygulanır ve sayım evden eve dolaşan sayım memurlarınca yapılırdı. 1990'dan başla­yarak, sayım günlerinde insanların evlerinde tutulmalarını engelleyecek daha çağdaş yön­temlerin kullanılmasına karar verilmiştir.
II. Dünya Savaşı'ndan bu yana dünyada nüfus sayımı yapılan ülkelerin sayısı arttı. Sa­vaşı izleyen ilk 10 yıl içinde, 150'den fazla ül­ke ve bölgede nüfus raporları hazırlandı. Bir­leşmiş Milletler, düzenlediği dünya nüfus sa­yımı programlarıyla sayımların artışında bü­yük bir rol oynadı. Bu programlar nüfus sayı­mını özendirmekle kalmıyor, sayım yapılan ülkelere yardımı da öngörüyordu. 1970'lerde, Birleşmiş Milletler henüz hiç nüfus sayımı yapmamış Afrika ülkelerine yardımcı olmak için büyük çaba harcadı. Çin Halk Cumhuri­yeti ilk nüfus sayımını 1982'de tamamladı. 1983'e gelindiğinde dünyanın hemen her ül­kesinde en az bir nüfus sayımı yapılmıştı.
Normal bir kimyasal tepkimede, bu tepki­meye giren atomların yalnızca en dıştaki bazı elektronları arasında alışverişler gerçekleşir; yani, elementlerin atomları birbirleriyle birle­şerek molekülleri oluştururken değişmeden kalırlar. Kimyasal tepkimeler sırasında, mad­dedeki atomların yerleşiminden kaynaklanan kimyasal enerjinin bir bölümü açığa çıkabilir; yanma olayı bu tür bir tepkimedir. Nükleer tepkimede ise, atomun tam ortasında bulu­nan, nötron ve protonlardan oluşan atom çekirdeği değişikliğe uğrar ve bu tür tepkime sırasında atom kütlesinin bir bölümü enerjiye dönüşür. Nükleer tepkimede, herhangi bir kimyasal tepkimede açığa çıkabilecek olanın milyonlarca katı kadar enerji açığa çıkar ve kimyasal tepkimeden farklı olarak, bir ele­ment bir başka elemente dönüşür.
İki tür nükleer tepkime vardır: Çekirdek bölünmesi (nükleer fisyon ya da kısaca fisyon) ve çekirdek kaynaşması (nükleer füzyon ya da kısaca füzyon).

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder