ROMAN,
düzyazı biçiminde yazılan ve öyküye göre daha uzun olan bir edebiyat türüdür.
Romanın en yaygın ve kısa tanımlarından biri budur. Roman, kişi ve olaylar
aracılığıyla geçmişin ve bugünün gerçek yaşamını, az ya da çok karmaşık bir
örgü içinde anlatan bir edebiyat türü olarak da tanımlanır. Bazı tanımlamalara
göre ise, roman düş ürünüdür. Gerçek yaşama uygun olabileceği gibi uygun olmayabilir
de; romancı kafasında kurduğu bir dünyayı yansıtabilir. Romanda serüven;
gelenek, görenek ve kişilik incelemesi; duyguların ve tutkuların çözümlemeleri
vardır. Bütün bu tanımlar ve nitelemeler çağdaş roman için de geçerli olmakla
birlikte, daha çok 19. yüzyıl romanının özelliklerine dayanır.
Roman
sürekli değişen bir edebiyat türü olarak 20. yüzyılın ilk yansında yeni bir
nitelik kazandı. 20. yüzyılın ikinci yansından sonra ise daha kökten değişimler
geçirdi; "yeni roman" diye adlandırılan bir roman anlayışı ortaya
çıktı. Başta sinema olmak üzere 20. yüzyılın yenilikleri romanı da etkiledi;
anlatım ve kurguda yeni yollar denendi.
Roman
öteki edebiyat türlerine göre oldukça genç sayılır. İngilizce ve İtalyanca'da
roman sözcüğüne karşılık olarak kullanılan sözcüklerin kaynağı,
"yeni" anlamına gelen "novus" sözcüğüdür. "Roman"
sözcüğü ise, ilk kez ortaçağda uzun öyküleri adlandırmak için kullanıldı. Bu
uzun öyküler halkın kullandığı ve "Roman dili" diye adlandırılan Latince'yle
yazılıyordu. Böylece bu yeni türün adı "roman" olarak kaldı.
Roman
niteliği taşıyan yapıtların varlığı çok eski zamanlardan beri bilinmekle
birlikte romanın bir edebiyat türü olarak yaygınlaşması 12. yüzyılda Fransa'da
başlar. Öte yandan İÖ 2000'lerde Mısır'da romana benzeyen öyküler yazıldığı
bilinmektedir. Hint, İran, Çin, Japon edebiyatlarında 8. yüzyıldan sonra roman
sayılabilecek edebiyat ürünleri görülür. Eski Yunan edebiyatının son
dönemlerinde roman niteliğinde ilk yapıt ortaya çıktı. Bu, Longos'un yazdığı Daphnis'le Chloe (Daphnis kai Khloe) adlı bir aşk
öyküsüydü.
Romanı,
ataları olan ilk uzun öykülerle karşılaştırırsak daha iyi anlayabiliriz. 12.
yüzyılda ortaya çıkan ilk örnekler düzyazı değil, koşuk biçimindeydi. Sekiz
heceli dizelerden oluşan bu ilk örneklerin efsane ve fabl ile ortak yönleri
vardır. Gerçekleşmesi, yaşanması olanaksız olayları ve serüvenleri anlatırlar,
bu olaylar ve serüvenler anlatılırken, kişilerin yaşadığı dünya ile ilgili
fazla ayrıntıya girilmez, kişilerin düşünceleri üzerinde durulmazdı. Bunlar
tarihsel olayları, özellikle savaşları konu alan romanlardı. Aşk öykülerini
anlatan romanlar da vardı. Kişileri hayvanlardan oluşan, eğlendirici
nitelikteki romanlar da yaygındı.
Şövalyelerin
başından geçenleri anlatan bir başka tür roman da ortaçağda, yaygınlık kazandı.
Bir ünlü örnek Sir Thomas Malory’nin 15. yüzyılda İngiltere'de yazdığı Arthur'un ÖlümiVdür (Morte d'Arthur; 1485). Bu
öykü dizisi, şövalyelerin ejderhalar, büyücüler, esrarlı şatolarla dolu
serüvenlerini anlatır; kişilerin düşünceleri konusunda bir bilgi vermez.
15.
yüzyılda halk arasında tanınıp yaygınlık kazanan bir başka düzyazı biçimi de
"pikaresk" romandır. Bu sözcük İspanyolca "külhanbeyi",
"serüvenci serseri" anlamındaki "picaro"dan gelir. Pikaresk
romanda serüvenleri anlatılan kişi, şövalye romanlarının kahramanlarıyla taban
tabana zıttır. Çapkın, hileci, ama çoğu kez sevimli olan roman kişisi
aracılığıyla, okur yaşamın saçma ve çirkin yönünü görür.
Büyük
romancılar bazen şövalye romanı ve pikaresk roman biçimlerini değişik amaçlarla
kullanmışlardır. Buna bir örnek, 17. yüzyılın başında İspanyol romancı Miguel
de Cervantes Saavedra'nın yazdığı Don Kişofiuı (Don
Quijote\ 1605-15). Don Kişoftz yazar,
şövalye romanıyla alay eder ve iki ana kişisini pikaresk kahramanların
karşılaştıkları gibi bir dizi serüvenin içinde sunar. Don Kişot günümüze kadar yazılmış en büyük
romanlardan biridir.
17. ve
18. yüzyıllarda Avrupa'daki toplumsal değişmeler edebiyatı da etkileyince
roman önem kazanmaya başladı. İngiltere'de Daniel Defoe ve Samuel Richardson,
Fransa'da Marie de La Fayette ve Alain-Rene Lesage gibi romancılar yeni bir
anlayışla ürünler verdiler. Ama 19. yüzyıla gelene kadar roman başlı başına bir
tür olamadı. Pierre Marivaux, Voltaire, Jean-Jacques Rousseau, Deniş Diderot,
Bernardin de Saint-Pierre gibi Fransız yazarlar ve Alman yazar Goethe roman
örnekleri verdiler. Romanın yaygınlaştığı ve başlı başına bir tür özelliği
kazandığı çağ ise 19. yüzyıl oldu. Fransa'da Stendhal, Balzac, Hugo, Flaubert,
Zola; Almanya'da Novalis ve Ludwig Tieck; İtalya'da Alessandro Manzoni;
İngiltere'de Jane Austen, William M. Thackeray, Dickens; Rusya'da Gogol,
Dostoyevski ve Tolstoy; ABD'de Edgar Allan Poe, Herman Melville, Nathaniel
Hawthorne, Mark Twain ve Henry James bu dönemin en tanınmış romancılarıdır.
Çağdaş romanda ise Fransız romancı Marcel Proust, Alman romancı Franz Kafka,
İngiliz romancı James Joyce roman anlayışına yenilik getirenler arasındadır.
Romanların
anlatım biçimleri değişiktir.
Birinci tekil kişinin ya da romancının ağzından
anlatılan romanlar olduğu gibi roman kahramanlarını üçüncü kişi olarak
anlatanlar da vardır. Roman, anı ya da mektup biçiminde yazılabilir.
"Bilinç akışı" adı verilen akımda ise anlatımda noktalama işaretleri
kullanılmaz; insanın kafasından geçenleri, düşünceleri vermeyi amaçlayan
yazar sözcükleri art arda sıralar.
Romanlar konularına göre serüven, polisiye,
aşk, psikolojik çözümlemelere ağırlık veren, bir dönemin ya da bir çevrenin
gelenek ve göreneklerini yansıtan töre romanları olarak sınıflandırılabilir.
Çağdaş roman anlayışında romanı belli bir anlatım ya da kalıp içine sokmak söz
konusu değildir. Bütün bu türlerden yararlanarak roman yazan romancılar
vardır.
Türk Edebiyatında Roman
Türk edebiyatında batıdaki
anlamıyla roman ilk kez 19. yüzyılın ikinci yarısında yazılmaya başlandı.
Bundan önce Divan edebiyatında, bir koşuk türü olan "mesnevi" ile
yazılmış uzun öyküler vardı. Halk edebiyatı alanında ise çeşitli halk
kahramanlarının, âşıkların, İslam dinine hizmet eden kişilerin öykü ve destanları
sözlü bir anlatımla aktarılıyordu. Osmanlı Devleti'nin sınırlan içinde ilk
basımevinin çalışmaya başlamasından sonra bu tür ürünler basılmaya başlandı.
Ülkemizde roman öncesinin anlatı örnekleri olarak düzyazı yapıtlar arasında
Arapça ve Farsça'dan çevrilmiş, tarihsel ve efsaneleşmiş olayları konu alan
öyküler de vardır. Düzyazı alanında, masal öğelerinin de karıştığı, akıldışı
olayları içeren öyküler de görülüyordu.
İlk Türk
romancıları, gerek Avrupa edebiyatı ile olan ilişkileri, gerek 1850'den sonra
Avrupa edebiyatından yapılan çevirilerin etkisiyle batı romanına öykündüler.
Ama, geleneksel halk öykülerinden ve meddah öykülerinden de yararlandılar.
Şemseddin Sami'nin yazdığı ve 1872'de yayımlanan
Taaşşuk-ı Talât ve Fitnat ilk Türk romanı kabul edilir. Bu dönemin en
önemli romancılarından biri Ahmed Midhat'tır. Samipaşazade Sezai, Namık Kemal,
Recaizade Mahmud Ekrem de ilk romancılarımızdandır.
ROMAN DİLLERİ.
Günümüzde Avrupa kıtasında konuşulan dillerden bazıları Latince kökenlidir.
"Roman dilleri" adı verilen bu diller Fransızca, İtalyanca,
İspanyolca ve Portekizceden başka, Fransa'nın güneyinde konuşulan Provans
dili, Andorra'da ve İspanyanın kuzeydoğusunda konuşulan Katalanca, Romanya'nın
resmi dili olan Rumence ve İtalya'nın kuzeyi ile İsviçre'nin bazı bölümlerinde
konuşulan Romanş dilidir. Ayrıca Sardinya Adası ile İtalya ve İsviçre'de
konuşulan bazı lehçeler de Roman dilleri arasında yer alır.
Roman
dilleri, Romalıların Avrupa'da imparatorluklarına kattıkları bölgelerde
gelişti. Romalı askerler ve tüccarlar yerleştikleri yerlere dillerini de
götürdüler; böylece Latince sıradan insanların günlük konuşma dili durumuna
geldi. Almanya, istilacı Romalıların giremediği yerlerden biriydi. Bu yüzden Almanca
Roman dillerine benzemez.
Çeşitli
Roman dillerine dönüşen Latincenin edebiyatta kullanılan Klasik Latinceyle
ilgisi yoktur. Roman dilleri konuşma dillerine dönüşürken, Klasik Latince yazı
dili olarak kullanıldı. Bir Roman dilinde yazılmış olan ilk
yazı İS 9. yüzyıla rastlar. Roman dillerinin düzenli ve yaygın olarak
kullanılan yazı dilleri haline gelmesi ise ancak 200 yıl sonra gerçekleşti.
Roman dilleri zaman içinde çeşitli dillerden sözcükler aldı. Örneğin
Fransızcaya, komşu Almanya'nın dili olan Almancadan İspanyolcaya, Kuzey Afrika'daki
Magriplilerin Arapçasından bazı sözcükler geçti. Bu nedenle, günümüz Roman
dilleri arasında kökleri Latince olduğu için pek çok benzerlik bulunmasına
karşılık, belirgin farklılıklar davardır.
Roman dilleri denizaşırı topraklara giden
kâşifler, sömürgeciler ve göçmenler aracılığıyla Avrupa'dan dünyanın çeşitli
yörelerine yayıldı. İspanyollar dillerini 16. yüzyılda ulaştıkları Orta ve
Güney Amerika'ya götürdüler. Orta Amerika'da Meksika'da ve Güney Amerika'daki
pek çok Latin ülkesinde, aslından biraz değişik olsa da, İspanyol sömürgeciliğinin
mirası olan İspanyolca, uzun süre Portekiz sömürgesi olan Brezilya'da ise Portekizce
konuşulur. Kanada'da Quebec gibi Fransızlar'ın yoğun olduğu yörelerde Fransızca
konuşulur. Fransızca, İspanyolca ve Portekizce, Afrika'daki bazı eski
sömürgelerde yerel dillerin yanında hâlâ resmi dil olarak kullanılmaktadır.
Ayrıca Esperanto gibi bazı yapay diller de büyük ölçüde Roman dilleri temel
alınarak oluşturulmuştur.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder