Ana Sayfa Bilgi Bankası

20 Aralık 2010 Pazartesi

Teknoloji,Taş, Tunç ve Demir,Roma Dönemi teknoloji,Buhar Gücü,Makineli Üretim,Yeni Enerji Kaynakları,Teknoloji Patlaması ?

İnsanlar doğaya karşı öbür hayvan türleri kadar dayanıklı değildir. Ken­dilerini soğuktan koruyacak doğal bir posttan yoksundurlar. Yeterince güçlü değillerdir; dövüşmek ya da avlanmak için kullanabile­cekleri keskin dişleri ya da pençeleri yoktur. Tehlikeden kaçabilecek kadar hızlı koşamazlar.
Gene de, insanlar yeryüzünün egemen türü haline gelmişlerdir. Bunun nedeni başka tür­lerin yoksun bulunduğu bir özelliğe, gelişkin bir beyne sahip olmalarıdır. İnsanlar beyin yeteneklerinin yardımıyla, doğa karşısındaki zayıflıklarının üstesinden gelebilecek yöntem­ler, teknikler bulabilmiş ve genel olarak yaşam biçimlerini geliştirebilmişlerdir.
İnsanların doğada bulunan maddeleri kendi yararlarına dönüştürebilmek ve yeni madde­ler bulmak için kullandıkları farklı yöntemleri de içine alan tekniklerin bütününe teknoloji denir. İnsanlar alet yapmaya başladıkları an teknoloji tarihi de başlamıştır. Bu maddede, toprağı sürmek için kullanılan ilk sopadan mikroçipe kadar uzanan, insanlığın gelişim çizgisindeki belli başlı dönüm noktalan üze­rinde durulacaktır.
Atalarımız topladıkları taşları silah ve alet olarak kullanmaya başladıkları zaman, kendi­lerini ilk kez hayvanlardan ayırmış oldular. Daha sonraları, keskin kenarlı çakmaktaşı gibi bazı taşları seçerek ve biçimlendirerek, kesme, yontma ve kazma işleri için daha iyi aletler yapabileceklerinin farkına vardılar. Aletlerin genel olarak taştan yapıldığı döne­me Taş Devri denir.
Tarımın keşfiyle ileriye doğru büyük bir adım atıldı. Yabani pirinç türleri ve başka tahıl bitkileri ekildi; yabani koyunlar evcilleştirilerek sürüler halinde toplandı. Ormanları kesip tarla açmak için taş baltalar, toprağı sürmek için sopalar ve tahta tırmıklar yapıldı. Çiftçiler, ürün olgunlaşıncaya kadar aynı yer­de kalmak zorunda olduklarından, sürekli oturabilecekleri ilk evleri kurdular.
Bazı toprak kütlelerinin (cevherlerin) eritil­mesi ya da ateşte yakılması yoluyla bakır metalinin elde edilebileceğinin keşfedildiği döneme, yani İÖ 5500 dolaylarına kadar, alet yapımında kullanılan başlıca malzeme taştı. Yaklaşık 2.000 yıl sonra da insanlar belki de bir rastlantı sonucu bakırı kalayla birlikte elde ettikleri zaman, silah ve alet yapımı için daha uygun, sert ve dayanıklı bir metal olan tuncu keşfetmiş oldular. Böylece önce Ortadoğu'da, sonra da dünyanın başka yerlerinde, Tunç Çağı olarak bilinen tarih dönemi başladı. Tuncun taştan çok daha esnek bir madde olma özelliğinden yararlanan Tunç Çağı in­sanları, erimiş metali kalıplara dökerek bi­çimlendirdiler ve bu yöntemle kusursuz alet­ler yaptılar. Ağaç ve taş işleri için geliştirdik­leri balta ve bıçak gibi kesici aletler bunlardan bazılarıdır.
Tunç Çağı'nın başında, Ortadoğu'da çok önemli iki gelişme gerçekleşti. Bunlardan birincisi, öküzle çekilen sabanın bulunmasıydı. Saban çiftçinin toprağını daha iyi sürebilmesini ve böylece daha iyi ürün elde edebil­mesini sağladı. Daha geniş alanlar tarıma açıldı ve ilk kez değiş tokuş edilebilecek kadar çok ürün ortaya çıktı. İkinci önemli buluş ise, çiftçilerin ürünlerini pazara götürebilmelerini kolaylaştıran tekerlekti.
Birçok arkeolog bu çağı uygarlığın başlan­gıcı olarak kabul eder. Tarımdan ayrılıp zanaatkâr haline gelen insan sayısı arttıkça, tuğla ve taşa dayalı yapı teknikleri gelişti, kentler kuruldu ve her tür sanat ve zanaatın gelişmesine elverişli bir ortam doğdu. Tunç Çağı'nın erken örneklerinden biri, görkemli piramitleriyle tanıdığımız Eski Mısır uygarlı­ğıydı. Ayrıca Mısırlılar tarım alanlarını sula­yan ilk insanlar oldular. Nil'in sularını tutmak için bentler, suyu tarlalara taşımak için de kanallar yaptılar.
Daha sonra, yaklaşık İÖ 2000'de bugünkü Anadolu toprakları üzerinde yerleşmiş olan Hititler demiri cevherinden ayırmayı keşfetti­ler. Bu keşif oradan Akdeniz'e yayıldı ve Eski Yunanlılar'a geçti.
Demir cevherindeki istenmeyen karışıklıkları gidermek için Eski Yunanlı ustalar cevheri akkor sıcaklığa kadar ısıtıp dövme tekniğini buldular. Böylece dövme demir denen demir türü elde edilmiş oldu. Bu demir daha sonra demirci ocağında dövülerek biçimlendiriliyor­du. Ustalar dövme demirin tunçtan daha güçlü ve tarım aleti ya da silah yapımına daha elverişli olduğunu gördüler. Daha sonraları tunç yalnızca takı ve dinsel eşya gibi özel maddelerin yapımında kullanılır oldu.
Romalılar teknoloji alanında son derece yara­tıcı insanlar, düşünceyi uygulamaya koyabilen çok yetenekli zanaatkârlardı. Kemer Romalılar'dan önce de bilinen bir yapı öğesiydi, ama köprü ve suyolu gibi pek çok yapı türünde kemer kullanımını yaygınlaştırıp kusursuz ha­le getirenler Romalılar oldu. Romalılar yol yapımında da uzmandılar; yaptıkları düzgün yüzeyli yollar bütün Roma İmparatorluğum­da hızlı bir ulaşım sağlıyordu. Geliştirdikleri su çarklarıyla su enerjisinden ilk kez başarılı bir biçimde yararlananlar gene onlardı.Roma İmparatorluğu İS 5. yüzyılda çöktük­ten sonra teknolojik gelişme yavaşladı. Pek çok tarihçi, ortaçağın ilk dönemlerinin tek önemli buluşunun pulluk olduğunu ileri sürer. Pulluğun toprağı yarıp döndüren keski ve kulak bölümleriyle, Avrupa'nın kuzeyindeki ağır, killi toprakların sürülmesi olanaklı duru­ma geldi. Pulluk 9. ve 10. yüzyıllarda Avrupa' nın çoğu kesimlerinde kullanıldı ve tarım için yeni alanlar açıldı.Toprağın pullukla daha derinden sürülebilmesi verimin yükselmesini sağladı.etti. Ama yüzyılın sonuna doğru, yani yakla­şık olarak içten yanmalı motorlar geliştirildik­ten sonra bu önderlik AB D'ye geçmeye baş­ladı.
Bu gelişmeye paralel olarak kentlerin öne­mi de arttı dolayısıyla yapı teknikleri, özellik­le de kilise ve katedral yapım sanatı önem kazandı. Ortaçağ yapı ustaları, binaların taşı­yıcı duvarlarının dış yanına eklenen yarım kemer biçimindeki payanda türünü de geliş­tirdiler, böylece ince ama son derece yüksek duvarlar yapabildiler. Bu mimari üsluba gotik mimari denir.
Ortaçağda enerji üretiminde köklü bir dö­nüşüm gerçekleşti. Su çarkları Romalılar dö­neminde bulunmuş olmakla birlikte, ancak 12. yüzyılda yaygınlaştı. Yel değirmenleri de o sıralarda kullanılmaya başlandı. Önceleri hem su çarkları, hem de yel değirmenleri mısır öğütmekte kullanılıyordu, ama daha son­raları ağaç biçme ve keçe kumaş yapımı gibi alanlarda da su enerjisinden yararlanıldı.
Ortaçağın en önemli keşiflerinden biri de­mirin eritilebilmesiydi; böylece, erimiş demir kalıplara dökülerek dökme demir elde edile­bildi. Daha önceleri Avrupa'da, fırın sıcaklık­ları elvermediği için yalnızca dövme demir üretilebiliyordu. Dökme demir üretimi, de­mir cevherini sıvılaştırmak için gerekli ısının sağlanabildiği yüksek fırının bulunma­sıyla gerçekleştirildi. Bu tür fırınlarda, körük­lerle basılan hava şiddetli bir yanma sağlaya­biliyor ve böylece demirin erime sıcaklığına ulaşabiliyordu. Aslında yüksek fırını ilk ya­panlar Çinliler'di; Çinliler, Avrupalılardan yüzyıllarca önce dökme demirden araç gereç­ler yapabilmekteydiler, ama bu teknik batıya ulaşamamıştı.
Dökme demir ilk kez top yapımında kulla­nıldı. Başlangıçta toplar ya dövme demirden şeritlerin birbirine tutturulmasıyla yapılır ya da pirinç ve tunçtan dökülürdü; ama bunlar pahalı metallerdi ve güvenilir değildi. İlk toplar sık sık parçalanırdı. Dökme demir toplar ortaya çıkınca, bunların ateş gücü karşısında ortaçağ şatoları bütün gücünü yitir­di. Ok ve yayın yerini tüfek aldı ve kara savaşları biçim değiştirdi.
Bunun ardından deniz savaşlarında da önemli değişiklikler oldu. Ortaçağın en büyük gelişmelerinden biri, tümüyle rüzgâr gücüyle hareket eden yelkenli gemilerin geliştirilme- siydi. Dümenin bulunması ise, gemilerin is­tenmeyen yönden gelen rüzgârla baş edebil­mesini olanaklı kıldı. Denizciler, rotada kal­mak için magnetik pusuladan yararlanarak açık denizleri geçebildiler. Daha önceleri, kaybolmamak için hep karayı görecek biçim­de seyrediyorlardı. İlk pusulalarda, 12. yüz­yılda Avrupa'da keşfedilmiş olan ve magnetit (mıknatıs taşı) denen magnetik bir mineral kullanılırdı.
16. yüzyıla gelindiğinde, hızları artan ve manevra yetenekleri yükselen gemiler yüz­lerce demir ve pirinç topla donatılmışlardı. Savaş ve denizcilik teknolojisindeki üstünlüğü Avrupa'ya dünyaya egemen olma olanağını verdi ve bu egemenlik yüzyıllarca sürdü. Avrupalılar Yenidünya'yı fethettiler, doğu ülkeleriyle ticaret yaptılar ve Arap istilacıları geri püskürttüler.
Rönesans döneminde Avrupa'da sanat, ede­biyat ve genel olarak bilim alanlarında büyük gelişmeler gerçekleşti. "Yeniden doğuş" anla­mına gelen Rönesans hareketi İtalya'dan bü­tün Avrupa'ya yayıldı ve 14. yüzyılın sonların­dan 1600'e kadar sürdü.
Bu dönemde insanlar Eski Yunan ve Roma kültürüyle, özellikle de, kısmen Arap ülkele­riyle ilişki sonucu yeniden keşfettikleri klasik Yunan bilimiyle yakından ilgilenmeye başla­dılar. Eski Yunan uygarlığının bilim ve felsefe alanında ortaya koyduğu ve Avrupa'da yitip gitmiş olan yapıtlar Arap dünyasının büyük üniversitelerinde saklanmıştı. Ayrıca pek çok Bizanslı bilgin Osmanlılar'ın tehdidi altındaki Konstantinopolis'ten (İstanbul) İtalya'ya göç etmeye başlamıştı.
Bilimsel gelişmeye, çok uzaklardan Avru­pa'ya taşınan bilgiler de yardımcı oldu. 13. yüzyılda Çin'i ziyaret eden Marko Polo gibi gezginler, Çinliler'in İS 2. yüzyılda geliştirdik­leri kâğıt yapımına, İS 900'den beri kullana- geldikleri porselene ve binlerce yıldır ipekböceği kozalarından üretmekte oldukları ipeğe ilişkin bilgileri Avrupa'ya taşıdılar.
Rönesans bilimsel yaklaşımda da bir yenilik gerçekleştirdi. Bilim adamları her şeyi sorgu­lamaya koyuldular. Bütün inançlar gözlem ve deney süzgecinden geçirilir oldu. Bilim adam­larına deneylerinde yardımcı olan yeni aygıt­lar yapıldı.- Galileo, Jüpiter'in uydularına ilişkin gözlemleri sonucunda Dünya'nın Gü­neş'in çevresinde dolandığını keşfetmişti, ama o bu gözlemleri, yeni bulunmuş olan teleskop olmadan yapamazdı.
Matbaanın bulunması yeni bilgilerin yay­gınlaşmasında çok önemli bir rol oynadı. Daha önce bütün kitaplar tek tek, elle kopya edilerek çoğaltılırdı. Yeni baskı makineleri­nin sökülüp takılabilen, dökme (metal) harf­leri vardı; bu harfler istendiği biçimde dizile- biliyor ve iş bittiğinde dağıtılıp yeniden kulla­nılabiliyordu. İlk kez binlerce kopyanın kısa bir zaman içinde basılması olanaklı duruma gelmişti. Büyük ölçekli ilk matbaayı Johannes Gutenberg, Almanya'daki Mainz'da kurdu ve matbaa hızla bütün Avrupa ülkelerine yayıldı.
Avrupa ülkelerinin donanmalarında kullanıl­mak üzere yüksek fırınlarda daha çok sayıda dökme demir top ve tüfek üretildikçe, yeni teknolojide de bazı sorunlar ortaya çıkmaya başladı. Bilindiği gibi, yüksek fırınlarda demir cevheri karbonla birlikte eritilir. Karbon hem cevheri arıtır, hem de yanarak gerekli ısıyı sağlar. Kömür bu amaçla kullanılamaz, çünkü dökme demirin özelliklerini bozacak kadar çok katışkı içerir. Bu nedenle eski ustalar kömür yerine odunkömürünü kullanırlardı. Ama bunun için de çok sayıda ağaç kesmek gerekiyordu. Gemi yapımında da çok sayıda ağaç kullanılmaktaydı. Kereste kıtlaşmaya başladı ve Avrupa ormanlarının yitip gitme­mesi için acil önlemlerin alınması gerekti.
18. yüzyıl başlarındaki iki keşif bu sorunu çözdü ve Avrupa'da İngiltere'nin öncülüğün­de Sanayi Devrimi'nin başlamasına yol açtı. Bunlardan birincisi, İngiltere'de Abraham Darby (1677-1717) adlı bir demirci ustasının, kömürün ısıtılmasıyla elde edilen ve neredey­se tümüyle karbon olan kokkömürü kullana­rak dökme demir üretim yöntemini keşfetme- siydi. İkincisi ise, Thomas Newcomen in (1663-1729) buhar gücüyle çalışan ve kömür madenlerinde yeni bir çığır açan güçlü bir pompa geliştirmesiydi.
Kömür o zamanlar da, cam ve tuğla yapımı gibi başka birçok sanayi dalında kullanılmak­taydı, ama 18. yüzyıl başlarına kadar maden­lerdeki su basması sorununa bir çare buluna­madığından üretim çok düşük bir düzeyde kalmıştı. Madenciler derine indikçe, ocaklara dolan su da o ölçüde fazla oluyordu. Newcomen'ın buhar makinelerinin kullanılması, kö­mür ocaklarında toplanan suyun dışarı atılma­sına yönelik ilk etkili yöntem oldu ve bu ma­kineler kısa bir süre içinde İngiltere'nin bü­yük kömür madenlerinin pek çoğunda kulla­nıma sokuldu. Bu pompalar, aynı zamanda, daha önce çalışamayan ocakların da yeniden işletmeye açılmasını sağladı.
Bu iki gelişmenin bir sonucu olarak demir sanayisi bol ve ucuz bir yakıt kaynağı bulmuş oldu. Hem kömür madenciliği, hem de demir eritme işleri hızla gelişti, dökme demir özel­likle tarım için yararlı oldu ve köylerdeki zanaatkârların ağaçtan ya da dövme demirden yaptıkları pek çok tarım aletinin yerini, fabri­kalarda üretilen dökme demirden aletler aldı. Biçme, harman dövme ve sürme işlerinde me­kanik aygıtlar, hatta buhar gücüyle işleyen bazı makineler kullanılmaya başlandı.
Buhar gücü zamanla rüzgâr ve su gücünün yerini aldı ve başlıca enerji kaynağı durumuna geldi. Buhar makinesi Avrupa'daki tarım top­lumlarının günümüzün sanayi toplumları hali­ne dönüşmesine yol açtı. Avrupa tarihinin bu dönemine Sanayi Devrimi denir.
Modern bir fabrikada herhangi bir ürün, ör­neğin bir otomobil, çok sayıda değişik parça­nın bir araya getirilmesiyle üretilir. Aynı işle­vi gören parçalar birbirinin tıpkısıdır. Otomo­bilin olabildiğince kolay monte edilebilmesini sağlamak için, yapılacak iş, her işçinin payına basit ve görece olarak az sayıda işlem düşecek biçimde bölüştürülür. Böylece sanayiciler da­ha çok sayıda niteliksiz işçi çalıştırabilir ve otomobilleri daha ucuza üretebilirler.
Makine parçalarını aynı boyut ve biçimde üreten takım tezgâhlarının geliştirilmesi de seri üretimi olanaklı kıldı. John Wilkinson'ın (1728-1808) 1775'te geliştirdiği silindirik delik işleme tezgâhı bu tür takım tezgâhlarının il­kiydi.
19. yüzyılda sanayinin makineleşmesi ya­şamsal bir rol oynadı. Yalnızca dokuma tez­gâhı, lokomotif, tarım makinesi, yazı makine­si ve dikiş makinesi yapılmadı; bu makineleri yapacak makineler de, yani takım tezgâhlan da geliştirildi. Torna, matkap, freze, planya gibi tezgâhlar ile buharlı şahmerdanlar bulun­du; bütün bunlar, ürünlerin seri biçimde ve daha ucuza yapılabilmesini sağladı.
Sanayi genişledikçe, yeni fabrikaların üret­tiği mallan taşıyacak daha iyi taşıtlara olan gereksinim de arttı. O dönemde karayolları çok kötüydü; ama 1800'lerin başında, tümüy­le yeni bir taşıma olanağı geliştirildi. Bu, te­kerlekler üzerine oturtulan bir buhar makine­sinin, arkasına takılı vagonları rayın üzerinde çekmesine dayanan demiryoluydu. İngilte­re'de ve başka yerlerde demiryollarının 1825'ten başlayarak yaygınlaşmasında George Stephenson önemli rol oynadı. Amerika' da demiryolları kıtanın yerleşime açılmasını sağladı.
Buhar makinesi, önce yelkenlere yardımcı bir güç kaynağı ve daha sonra da temel güç kaynağı olarak gemilere girdi. Modern an­lamdaki ilk buharlı gemi, 1845'te suya indiri­len Great Britain idi; bu gemi buhar makinesi­nin çevirdiği bir uskurla (pervaneyle) yol alı­yordu ve geminin gövdesi demirden yapılmış­tı. Tasarımcısı Isambard Kingdom Brunel (1806-59), onu sonsuza kadar kalacak biçim­de yapmıştı. Bugün bu gemi İngiltere'de Bristol doklarında hâlâ görülebilir.
Demiryolu, gemi ve bina yapımı için demi­re olan talep hızla arttı. Dökme demir çok gevrek ve kırılgan olduğu için dövme demir kullanma zorunluluğu vardı. Ama dövme de­mir kolay üretilemiyordu. 1856'da Henry Bessemer, eritilmiş dökme demirin içinden hava akımı geçirmeye dayanan bir üretim yöntemi bularak bu soruna çare buldu. Bu yöntemle elde edilen yumuşak çelik, dövme demir kadar iyi bir üründü; hem de daha ça­buk ve ucuza üretilebiliyordu. Çelik, buhar makineleri ile başka makinelerin yapımında hızla dövme demirin yerini aldı.
Bessemer'in yöntemini bulduğu yıl, William Perkin (1838-1907) de kimya alanında bir atılım gerçekleştirdi. Perkin, kömür katranın­dan mavimsi bir madde çıkarmanın yolunu buldu. Bu, ilk yapay boyarmaddeydi. Daha önceleri boyarmaddeler bitki ve böceklerin ezilip sularının çıkarılmasıyla yapılırdı. Kö­mür katranının, ilaç ve plastikler gibi birçok yararlı ürünün hammaddesi olarak kullanıla­bilecek değerli kimyasal maddeler içeren bir kaynak olduğu kanıtlandı. Bu buluş, yapay (sentetik) kimyasal maddeler üretmeye yöne­lik kimya sanayisinin başlangıcı oldu. Günü­müzde, sanayide üretilen kimyasal maddele­rin ana hammaddesi olarak kömür katranının yerini petrol almıştır.
Yeni Enerji Kaynakları
1859'da ABD'de Edwin Drake (1819-80), yer­altından petrol çıkarmaya başladı. Bu petro­lün damıtılmasıyla elde edilen gazyağı lamba­larda kullanıldı. Petrolün içerdiği benzin ol­dukça yanıcıydı ve bir süre sonra içten yanma­lı motorlarda denenmeye başlandı. 1885'e ge­lindiğinde Gottlieb Daimler (1834-1900) ve Cari Benz (1844-1929) benzinle işleyen hafif motorlar yapmışlardı. Daimler ve Benz, motorlarını bisikletlere ve arabalara taktılar, böy­lece de ilk motorlu taşıtlar, yani otomobiller ortaya çıktı.
Buhar makinesi o dönemde sanayide, de­miryollarında ve gemilerde hâlâ başlıca güç kaynağı olarak işlev görüyordu. Ama bu uzun sürmedi. Buhar türbini olarak adlandırılan yeni bir buhar makinesi türü ortaya çıktı. Bu makineyi 1884'te Charles Parsons geliştirdi. Buhar türbini, elektrik üreteçlerini çalıştır­mak için son derece elverişli bir makineydi.
Elektriğin ciddi olarak incelenmesi 16. yüzyılda başlamıştı, ama uygulamaya konma­sı ancak 19. yüzyılın sonlarında gerçekleş­ti. Elektrikten yararlanmaya yönelik çok sayı­da gelişme sağlandı, ama bunların arasında insan yaşamını en çok etkileyenler elektrik ışığı ve elektriğin evlere dağıtılmasına olanak veren enerji santrallarıydı. Bunların her ikisi­ni de 1879'da Thomas Edison geliştirdi. Elek­trik üretmek için buhar türbinli üreteçlerle ça­lışan enerji santralları kurulmaya başlandı. İnsanlar artık, evlerinde, işyerlerinde ve sana­yide elektrikten yararlanabilir duruma gel­mişlerdi.
19. yüzyılda Avrupa, özellikle de İngiltere teknolojik gelişmede bütün dünyaya önderlik
1900 öncesinde teknoloji alanında çok büyük ilerlemeler kaydedilmiş olmakla birlikte, bun­lar 20. yüzyılda gerçekleştirilenlerin yanında önemsiz kalır. 20. yüzyılda yalnızca sayısız ye­ni makine ve teknik bulunmadı, bu yeni maki­nelerin yapıldığı çok sayıda yeni malzeme de geliştirildi. Teknolojik değişim çok hızlandı; öyle ki, motor gücünden yararlanılarak yapı­lan ilk uçuş ile insanın Ay'da ilk adımını at­ması arasında geçen süre yalnızca 66 yıldır.
19. yüzyılda teknoloji ilerledikçe bilim adamları ve mühendisler giderek daha çok uz­manlaşmaya başladılar. Bu uzmanlık alanları­nın pek çoğu zaten daha önceki yüzyılda orta­ya çıkmıştı. Örneğin, cevherlerden metal çı­karmayı ve elde edilen metalleri sanayide kul­lanılabilecek biçimde hazırlamayı içeren me­talürji 1704'te gelişmeye başlamıştı. Köprü, liman, yol gibi yapıların tasarım ve yapımını kapsayan inşaat mühendisliğinin başlangıcı ise 18. yüzyıldadır. 20. yüzyılda ise elektro­nik, malzeme bilimleri, uzay ve havacılık mü­hendisliği gibi yeni uzmanlık dalları ortaya çıktı.
Elektronik, belki de insan yaşamında en bü­yük değişime yol açan teknoloji dalıdır. Elek­tronikten ilk kez telekomünikasyon alanında yararlanıldı. 1830'larda Samuel Morse  elektrikli telgrafı buldu. Bir kablo üzerinden elektrik sinyallerinin gönde­rilmesine ve alınmasına dayalı olarak çalışan telgraf, ABD'nin batısının yerleşime açılması­nı sağladı. 1875'te Alexander Graham Bell'in bulduğu telefon, sesin elektrik akımına dö­nüştürülerek, telgrafta olduğu gibi metal bir telin yardımıyla uzaklara iletebilmesi olanağı­nı doğurdu.
1901'de Marconi, radyo dalgalarından ya­rarlanarak Atlas Okyanusu'nun öbür yakasıy- la haberleşmeyi başardı. Radyo tızun bir süre, telefondan ayırt edilebilmesi için "telsiz" olarak anıldı. 1920'lere gelindiğinde bütün Avrupa ve Ame­rika'da, evlerdeki alıcılardan dinlenebilen canlı programlar yayınlanmaya başlamıştı. Bunun hemen ardından televizyon ortaya çık­tı, ama bu aygıt ancak II. Dünya Savaşı (1939- 45) sonrasında tam olarak geliştirilebildi. Ra­dar, elektron mikroskopu, elektronik bilgisa­yarda savaş öncesinin buluşlarıydı.
Elektronik bilgisayarlar kısa sürede fabri­kalarda kullanılmaya başlandı. 1970'lerde, özellikle Japonya ve ABD'de tümüyle bilgisa­yarlarla denetlenen fabrikalar kuruldu. 19. yüzyılın "makineleşmesi" fabrikaları daha ve­rimli ve kârlı hale getirmişti; 20. yüzyılda ise başarının sırrı "otomasyon" idi. Tam otoma­tik bir fabrikada işler makineyle yapıldığı gi­bi, makinelerin kendileri de başka makinelerce, bilgisayarlarca denetlenir. Böylece bir fabrikada insana yalnızca makinelerin bakı­mının sağlanması ve onlara ne yapacaklarının söylenmesi için gerek vardır.
Günümüzün elektronik devriminin temeli­ni, "çıp" denen küçük silisyum yongalar oluş­turur. Üzerine yüzlerce küçük elektrik devre­si yerleştirilebilen çipler ve mikroçipler, bo­yutlarının büyüklüğü nedeniyle kullanışsız ha­le gelmiş pek çok makinenin küçültülebilme- sini sağlamıştır. Örneğin, ilk elektronik bilgi­sayarlar büyük bir odayı dolduracak büyük­lükteydi, ama modern taşınabilir bilgisayarla­rın çoğu eskilerden çok daha yeteneklidir.
Son zamanların en heyecan verici buluşla­rından biri de, tek dalga boylu, dolayısıyla da tek renkli, yoğun bir ışık demeti oluşturmaya yarayan laserdir. Laserin verdiği ışık Güneş' inkinden çok daha parlaktır. Laserler uzak­lık ölçümü, iletişim, mikrocerrahi ve süper marketlerdeki malların üzerindeki çubuk kodların okunması gibi çok çeşitli amaçlar için kullanılabilmektedir. Henüz emekleme döneminde olan laserler için yeni kullanım alanları açılmaktadır.
Sanayi Devrimi sırasında sanayicilerin gereç seçenekleri çok sınırlıydı. Metal eşya genel­likle demir ya da çelikten yapılırdı; mutfak eşyası için seramik ya da porselen, kumaş için ise pamuk ya da yün kullanılırdı.
İlk plastiklerin bulunduğu 19. yüzyılın son­larında, kullanılan gereçlerde bir devrim baş­ladı. Plastikler insan eliyle yapılmış maddeler­dir; ısı ve basınç altında biçimlendirilebilirler. İlk plastikler çoğunlukla kömür katranından yapılırdı, dolayısıyla kömürün "yan ürün"leri olarak kabul edilirdi.
1930'lardan sonra plastikler petrol sanayisi­nin yan ürünü olan petrokimya maddelerin­den yapıldı. Petrol bol olduğu için plastikler çok ucuza üretildi ve böylece metal ya da ağaç gibi geleneksel gereçler karşısında üstünlük kazandı. Plastiklerin, elektronik hesap maki- nelerindeki küçük devre elemanlarından, kal­ça yerine geçen protez parçalarına kadar uza­nan çok geniş bir kullanım alanı vardır. Bi­çim, büyüklük ve yapıları değiştirebilir, hatta örülebilir ve dokunabilir.
20. yüzyılda metalürji alanında gerçekleşti­rilen buluşlar, sanayicilerin daha önceleri ya­pamadıkları pek çok malzemeyi üretebilmele­rini sağladı. 1913'te bulunan paslanmaz çeli­ğin, özellikle bıçak, tıraş bıçağı ya da ustura gibi kesici aletlerin yapımına son derece elve­rişli olduğu görüldü. Paslanmaz çelik, çelik ile başka minerallerin, özellikle kromun bir karı­şımıdır, yani bir alaşımdır. Me­talürji uzmanları başka pek çok alaşım geliş­tirmeyi başardılar; örneğin, jet motorunun geliştirilebilmesini olanaklı kılan bir nikel- krom alaşımı buldular.
19. yüzyılda taşımacılıkta demiryolları ege­menken, 20. yüzyıl otomobil ve uçak çağı ol­muştur. Petrol türevlerine dayalı motorlar, bazı büyük gemilerin dışında, bütün taşıtlarda buhar makinesinin yerini aldı.
Henry Ford, seri üretim yöntemini ilk kez otomobil yapımında uygulamasıyla ünlüdür. Bu uygulamayla fiyatlar düştü ve orta gelir düzeyindeki insanlar da otomobil satın alabildi. 1923'e gelindiğinde Ford yılda 2 milyon T modeli otomobil satı­yordu. Aradan geçen zaman içindeki teknolo­jik ilerleme sonucunda otomobiller daha hızlı ve güvenlikli duruma geldi. İnşaat mühendis­leri otomobiller için milyonlarca kilometre uzunluğunda geniş yollar yaptılar.
1903'te Wright Kardeşler, yeni geliştirilmiş olan içten yanmalı motorlardan birini bir pla­nöre taktılar ve böylece ilk uçağı yaptılar. Başlangıçta uçakların, ağaç, keten bezi ve tut­kaldan yapılmış, oldukça narin bir gövdeleri vardı; ama II. Dünya Savaşı'nın başında göv­de, çatkı ve kaplama bölümleri artık alümin­yum alaşımından yapılıyordu.
Frank Whittle jet motorunu 1930'da tasarımlamıştı; ama, jet motorlu ilk yolcu uçağı olan "Comet" ancak 1952'de hizmete girdi. İlk ses üstü yolcu uçağı ise 1969'da havalanan "Concorde" oldu.
II. Dünya Savaşı sırasında Almanlar, savaş başlığını yüzlerce kilometre uzağa taşıyabilen bir roket geliştirdiler. Savaştan sonra SSCB'li ve ABD'li bilim adamları birbirine rakip uzay programları geliştirdiler ve yürürlüğe koydu­lar. Dünya çevresine yerleştirilen ilk yapma uydu olan "Sputnik'i 1957'de SSCB yörünge­ye soktu. Ay'a ilk insanı gönderen ise 1969'da ABD oldu. Bugün Dünya'nın çevresindeki yörüngelerinde dolanan ve televizyon prog­ramlarını aktarma, petrol alanlarını belirleme, hava tahminleri için bulut hareketlerini gözleme gibi önemli işler yapan birçok yapma uydu vardır. Bütün uzay donanımları yörün­geye roketlerin yardımıyla fırlatılır. Kıtalar­arası balistilf füzeler ise, roketlerin barışçı ol­mayan kullanım biçimlerinden biridir.
Otomobil ve uçak gibi hareketli taşıtların mo­torları dışındaki makineler genellikle elek­trikle çalıştırılır. Elektrik enerjisinin çoğu, kömür ya da fueloil (yağyakıt) yakılan kazan­larda elde edilen buharın yardımıyla üretilir; ama günümüzde daha başka elektrik üretim teknikleri de geliştirilmiştir. Güneş enerjisi ve II. Dünya Savaşı'nın sonlarında atom bomba­sının yapılmasından sonra geliştirilen nükleer enerji bunlardan bazılarıdır.
Nükleer enerji, elektrik üretimi gibi alan­larda insanlığın yararına kullanılabildiği gibi, nükleer bomba gibi insanlığı yok etmeye yö­nelik silahların yapımında da kullanılmak­tadır.
Aslında teknoloji genelde böyledir. İnsanlı­ğa sayılamayacak kadar çok yararlar sağlar­ken, onu yok edecek araçların geliştirilmesine de olanak verir. Çevre kirlenmesine neden olur, yağmur ormanlarını yok eder, sera etkisi yaratır. Bunların üçü de, uzun dönemdeki et­kileriyle yeryüzündeki yaşamın varlığını teh­dit etmektedir. Yarattığı sorunları çok geç ol­madan çözmek gene teknolojinin işidir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder