Ana Sayfa Bilgi Bankası

29 Aralık 2010 Çarşamba

Türkiyenin doğal kaynakları,Türkiye de Ormancılık,Türkiye Yeraltı Kaynakları,Türkiye Nüfusu,Türkiye Ekonomisi

Bitkisel Üretim. Ülke yüzölçümünün yaklaşık dörtte biri ekim yapılan tarla alanlarından oluşur. Devlet İstatistik Enstitüsü'nün (DİE) 1988'e ilişkin verilerine göre bu tarlalardan elde edilen bitkisel ürün miktarı 54 milyon tona yakındır. Ekim ve üretim açısından tahıl­lar, tahıllar arasında da buğday ilk sırayı alır. Özellikle Konya ilinin İç Anadolu Bölgesi sı­nırları içinde kalan düzlüklerinden büyük miktarlarda ürün alındığından, bu yöre "Tür­kiye'nin tahıl ambarı" olarak tanınır. Karade­niz Bölgesi'nin kıyı kesimi dışında, bitkisel üretime elverişli olan hemen her kesimde buğday ekilir. 1988'de 18,7 milyon hektarlık tarla alanının 13,8 milyon hektarında tahıl ekimi yapılmıştı.
Aynı yıl Türkiye'nin toplam tahıl üretimi 31 milyon tona yakındı ve bunun 20,5 milyon to­nu buğday, 7,5 milyon tonu arpa, 2 milyon tonu mısır, 280 bin tonu çavdar, 276 bin tonu yulaf, yaklaşık 158 bin tonu pirinçti. Tahıllar­dan sonra en çok baklagillerin (2,2 milyon hektar) ekimi yapılır. Daha çok Güneydoğu Anadolu ve İç Anadolu bölgelerinde yetiştiri­len baklagillerden en çok üretilenler merci­mek, nohut ve fasulyedir. Tarla bitkileri için­de ekim alanı en az olanlar sanayi bitkileri (1,4 milyon hektar), yağlı tohumlar (935 bin hektar) ve yumru bitkilerdir (282 bin hektar).
Bu alanlardan 1988'de 11,5 milyon ton şeker­pancarı, 4,3 milyon ton patates, 1,3 miyon ton soğan, 1,1 milyon ton ayçiçeği, 1 milyon ton çiğit, 650 bin ton pamuk ve 219 bin ton tütün elde edilmişti. Tarla bitkilerinden pamuk, tü­tün, nohut ve mercimek Türkiye'nin dışarıya sattığı ürünler arasında yer alır. Çukurova pa­muk üretimiyle ünlü olmakla birlikte, bu ürün genellikle Akdeniz ve Ege bölgelerindeki ovalarda; bir başka önemli ürün olan tütün ise daha çok Ege, Marmara ve Karadeniz bölge­lerinde yetiştirilir.
Sebze üretimine ayrılan bahçelerin kapladı­ğı toplam alan 612 bin hektardır. Sebze üreti­mi toplamı 15 milyon tonu aşar (1988). En çok yetiştirilen sebzeler domates (5,2 milyon ton), karpuz (3,3 milyon ton), kavun (1,9 mil­yon ton), hıyar (800 bin ton), patlıcan (730 bin ton) ve lahanadır (510 bin ton). Türkiye' nin tüm bölgelerinde sebze ekimi yapılır.
Türkiye'deki 553 milyonu aşkın meyve ağa­cından 487 milyonu meyve veren yaştadır. Meyve ağaçlarının kapladığı toplam alan 1,5 milyon hektardan çoktur. Başlıca meyvelerin 1988'deki üretim miktarları şöyleydi: 2 mil­yon ton elma, 740 bin ton portakal, 410 bin ton armut, 403 bin ton fındık, 360 bin ton limon, 350 bin ton incir, 328 bin ton şeftali, 310 bin ton mandalina, 284 bin ton kayısı ve 175 bin ton erik. Türkiye'de meyve yetiştir­meyen bölge yoktur. 590 bin hektarlık bir ala­nı kaplayan bağlardan 1988'de elde edilen üzüm miktarı 3,3 milyon tondur. Kuru üzüm ve incir ile fındık dışarıya satılan önemli ürün­ler arasındadır. Bağların en yaygın olduğu yö­reler Ege, Marmara, Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerindedir. Zeytinliklerin kapladığı alan 856 bin hektardır. Bu alan içinde yer alan 79 milyon meyve veren yaştaki ağaçtan 1988'de elde edilen zeytin miktarı 1,1 milyon tondu. Bu ürünün yaklaşık yüzde 20'si sofralık, yüz­de 80'i ise yağlık zeytindir. Tipik bir Akdeniz bitkisi olan zeytin daha çok Ege, Akdeniz ve Marmara bölgelerinde yetişir.
Yalnızca Doğu Karadeniz bölümünün kıyı kesiminde çay üretimi yapılır. Bu kesimde çay üretimine ayrılan alanların toplamı 86 bin hektarı aşar. 1988'de bu alanlarda yaklaşık 753 bin tondu.
Hayvancılık. Bazı bölgelerinde geniş çayır­ları, dağların yüksek kesimlerinde sulak yay­laları bulunan Türkiye, hayvancılık açısından oldukça büyük olanaklara sahip bir ülkedir. Ama modern yöntemlerin kullanılmasını sağ­layacak yatırımların gerçekleştirilememesi nedeniyle hayvansal üretimde verim düşük düzeyde kalmakta ve hayvancılık gerilemek­tedir.
DİE verileri incelendiğinde toplam hayvan sayısının 1981'de 88 milyona yakınken 1984'te 68,5 milyona düştüğü görülür. Et, süt, deri, yün, yapağı ve kıl üretiminde de aynı düşüşle­re rastlanır. En çok yetiştirilen hayvan koyun­dur. Onu sığır, kıl keçisi, Ankara keçisi, eşek, at ve manda izler. Kümes hayvancılığı, arıcı­lık ve ipekböcekçiliğinde durum biraz farklı­dır. Hayvancılığın bu dallarında az da olsa üretim ve verim artışları gözlenmektedir. 1988'de toplam tavuk ve horoz sayısı 58 mil­yondan çok, hindi sayısı 3 milyona yakın, elde


edilen tavuk yumurtası sayısı ise 6,8 milyar düzeyindeydi. Aynı yıl yaklaşık 43 bin ton bal, 2.500 tona yakın balmumu ve 2.000 ton yaş koza elde edilmiştir.
Hayvanların beslenmesinde kullanılmak amacıyla 1988'de 275 bin hektarlık alanda, çoğu yonca olmak üzere önemli miktarda yem bitkileri üretilmiştir.
Balıkçılık. Türkiye su ürünleri açısından zengin bir ülkedir. Ama bu zenginlik gerekti­ği biçimde değerlendirilmediğinden üretim miktarları düşüktür.
1987'de avlanan tüm deniz ürünlerinin top­lamı 580 bin tondan fazlaydı. Deniz balıkçılı­ğının yüzde 90'a yakın bölümü Karadeniz'de gerçekleştirilmekteydi (1985). Denizlerde av­lanan balıkların yüzde 55'i hamsi, yüzde 19'u da istavrittir. Kolyoz, palamut, sardalye, lüfer ile midye ve karides avlanan öteki deniz ürün­leridir. 1987'de elde edilen tatlı su ürünlerinin toplamı yaklaşık 42 bin tondur. Avlanan baş­lıca tatlı su ürünleri sazan, alabalık, kefal, turnabalığı, yılanbalığı, yayınbalığı ve kerevittir. Balıkçılığın son yıllarda gelişmeye başlayan bir dalı da gölet ve havuzlarda yapılan kültür balıkçılığıdır.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de su­altı canlıları da aşırı avlanma ve zehirli atıklar yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıya­dır. Örneğin, sanayi ve kent atıklarının boşal­tıldığı İzmit Körfezi ile İzmir Körfezi'nin iç kesimi canlı yaşamı açısından günümüzde ölü bir deniz parçası halindedir. Başka bazı kıyı kesimleri ile birçok akarsu ve göl de hızlı bir biçimde aynı duruma gelmektedir. Zehirli atıkların sulara karışmasının yanı sıra aşırı ve denetimsiz avlanma su ürünlerinin gerektiği gibi değerlendirilmesini engelleyen ve balıkçı­lıkla geçinenleri yoksulluğa iten nedenler ara­sında yer almaktadır.
Ormancılık.
Türkiye yüzölçümünün yüzde 25,9'u (201.993 km2) ormanlarla kaplıdır. Ama gerçekten orman sayılabilecek alanla­rın toplamı ülke yüzeyinin ancak yüzde 11,4'ünü (88.565 km2) kaplar. Çünkü orman­ların yansından fazlası oldukça bozuk bir du­rumdadır.
Hemen hemen tümü devlet mülkiyetinde olan ormanların yüzde 3'ünden az bir bölümü koruma alanı olarak ayrılmıştır; geri kalanın­da üretim yapılır. Ormancılık çalışmaları Or­man Genel Müdürlüğü tarafından yürütülür. Tomruk, kâğıtlık odun, lif-yonga, maden di­reği, sanayi odunu ve tel direği ile yakacak odun temel orman ürünleridir. Yakacak odu­nun Türkiye'de kullanılan enerji kaynakları arasında hâlâ önemli bir yeri vardır. Sırık, çu­buk, reçine, defne yaprağı, şimşir ve sığla yağı ise odun dışı yan orman ürünlerini oluşturur. DİE verilerine göre 1988'de elde edilen, ya­kacak odun dışındaki temel orman ürünleri­nin toplam miktarı yaklaşık 7,5 milyon m3, yan ürünlerinin miktarı da 12 bin ton kadardı. Aynı verilere göre yakacak odun üretimi de 5 milyon tonu aşmaktaydı. Oysa bazı tahminle­re göre, kaçak kesimler de hesaba katıldığın­da yakacak odun üretimi bu miktardan çok daha fazladır.
Doğal ve kültürel değerler açısından çeşitli zenginliklere sahip olan birçok alanın korun­ması ve bu alanlardan halkın yararlanması amacıyla bazı çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmaları yürüten kurum Orman Genel Müdürlüğü'ne bağlı Milli Parklar Dairesi Baş­kanlığadır.
Türkiye'de günümüze kadar kurulmuş olan 21 ulusal park vardır. Kapladığı toplam alan 260 bin hektarı aşan ulusal parklardan ilki olan Yozgat Çamlığı Milli Parkı 1958'de, so­nuncusu olan Nemrut Dağı Milli Parkı ise 1988'de hizmete girmiştir. Bunlardan en kü­çüğü Balıkesir ili sınırları içinde 64 hektarlık bir alanı kaplayan Kuş Cenneti Milli Parkı (1959), en büyüğü ise tümüne yakını Tunceli ilinde yer alan ve 42 bin hektarlık bir alanı kaplayan Munzur Vadisi Milli Parkı'dır (1971). Ulusal parklardan başka ülkenin çe­şitli kesimlerinde, eşine ender rastlanan ve so­yu tükenmekte olan doğal bitkiler ile yabanıl hayvan topluluklarının korunması için ayrıl­mış alanlar vardır. Bu 18 doğal koruma alanı­nın toplam yüzölçümü 25 bin hektardan fazla­dır. Bunların başlıcalarından biri, uluslararası çapta önem taşıyan ve 17.200 hektarlık bir alanı kaplayan Sultan sazlığı Tabiatı Koruma Alanı'dır (1988). Ayrıca birçok yörede 300'den çok orman içi dinlenme yeri vardır. Bazılarında 4.000'i aşkın geceleme birimi bu­lunan orman içi dinlenme yerleriyle, doğal ve ulusal parklardaki kamp yerleri doğayla baş başa eğlenmek ve dinlenmek isteyenlere hiz­met verir. Soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bazı av hayvanlarının korunması ve üretilmesi amacıyla düzenlenmiş olan 100'den fazla alan ve istasyon vardır. Avlak­larda yaşayan tüm yabanıl hayvanlar ile av hayvanlarının korunması, denetlenmesi, ve avcılığın düzlenmesi çalışmaları Orman Genel Müdürlüğü tarafından sürdürülür. Bu kurum sportif balıkçılık amacıyla orman içi sularda balık yetiştirilmesi için kurduğu istasyonlarda alabalık ve aynalı sazan üretir. Pekin ördeği üretimi çalışmaları da yapan bu kurumun ürettiği yavru balıklar kültür balıkçılığında ve baraj göllerinin balıklandırılmasında da kulla­nılır.
Yeraltı Kaynakları.
Türkiye yeraltı kaynak­ları açısından fazla zengin bir ülke sayılmaz. Ülke topraklarında varlığı saptanmış olan me­tal cevheri ile sanayi ve enerji hammaddesi yataklarının toplam dünya rezervleri içindeki payı ancak binde 3 düzeyindedir. Kişi başına maden üretimi ise dünya ortalamasının yakla­şık üçte biri kadardır.
Yeraltı kaynakları Osmanlı döneminde ya­bancılar ile azınlıklara ait bazı şirketler tara­fından işletiliyordu. Anadolu'nun batı kesi­minde yer alan boraks, cıva, krom, kurşun, kükürt, linyit ve zımpara taşı ile Zonguldak' da ki taşkömürü yatakları Osmanlı Devleti'nden birtakım ayrıcalıklar elde etmiş olan bu şirketlerin elindeydi. Yabancı şirketler ilkel yöntemlerle gerçekleştirdikleri üretim sonu­cunda çıkarttıkları cevherleri sanayi hammad­desi ve enerji hammaddesi gereksinmesini karşılamak amacıyla Batı Avrupa ülkelerine gönderiyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra, özellikle 1930'larda ülke ekonomisinin ulusal kaynaklara dayalı olarak geliştirilmesini ön­gören bazı önlemler alındı. Bu önlemlerden biri de yabancı şirketlerin elindeki madenle­rin satın alınarak ulusal şirketler tarafından işletilmesiydi. 1935'te maden arama ve işlet­me hakları yeniden düzenlendi ve bu doğrultuda çalışmalar yürütmek amacıyla Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) ile Etibank kuruldu. Bunun sonucunda 1940'ların sonuna kadar madencilik alanındaki üretim dört kat arttı. Aynı yıllarda MTA'nın Raman Dağı ile Garzan'da petrole rastlaması üzerine petrol arama ve petrol üretimi çalışmaları hız kazandı. Bu çalışmaları yürütmek üzere 1954'te Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) kuruldu. Günümüzde ülkenin deği­şik kesimlerinde kamuya, özel kesime ve ya­bancılara ait birçok şirket yeraltı kaynakları­mızın aranması ve çıkartılmasına ilişkin etkin­liklerde bulunmaktadır.
Türkiye'deki başlıca metal cevherleri alü­minyum, bakır-kurşun-çinko-pirit, cıva, de­mir, krom ve manganezdir. Alüminyum cev­heri yataklarına daha çok Adana, Antalya, Hatay, Konya, Malatya ve Muğla illerinde rastlanır. Bakır-kurşun-çinko-pirit cevherleri­ne en çok rastlanan iller Artvin, Balıkesir, Elazığ, Giresun, Kastamonu, Kayseri, Malat­ya ve Niğde'dir. Başlıca cıva cevheri yatakları Balıkesir, îzmir, Konya, Niğde ve Uşak illerindedir. Adana, Aydın, Balıkesir, Elazığ, Kayseri, Malatya ve Sivas en çok demir cev­heri bulunan illerdendir. Türkiye'nin dışarıya sattığı mallar arasında ön sıralarda yer alan krom cevheri en çok Adana, Elazığ ve Muğla illerinden çıkarılır. Başlıca manganez yatakla­rı ise Artvin, Gaziantep, Muğla, Trabzon ve Zonguldak illerindedir.
Sanayi hammaddelerinden en önemlileri bor mineralleri, fosfat, kükürt, magnezit, mermer, lületaşı ve zımparataşıdır. Bor mine­rallerine Balıkesir, Bursa, Eskişehir ve Kü­tahya; fosfat yataklarına Mardin; kükürt ya­taklarına İsparta; magnezit yataklarına Çan­kırı, Erzincan, Eskişehir ve Konya; mermer yataklarına Afyonkarahisar, Balıkesir, De­nizli, Giresun, Hakkâri, İzmir, Kırklareli, Kırşehir, Konya, Kütahya, Muğla, Sivas ve Yozgat; lületaşı yataklarına Eskişehir; zımpara taşı yataklarına da Aydın, Denizli ve Muğla illerinde daha çok rastlanır.
Bitümlü şist, asfaltit, linyit, taşkömürü, tor­yum, uranyum ile jeotermal kaynaklar, doğal gaz ve petrol Türkiye'de varlığı saptanan baş­lıca enerji hammaddeleridir. En büyük re­zervli linyit yatakları Doğu Anadolu, Ege ve
Marmara bölgelerindedir. Taşkömürü yatak­larının büyük bölümü Zonguldak ilindedir. En zengin uranyum yatakları Manisa, Uşak ve Aydın illerinde, toryum yatakları ise Eski­şehir ilindedir. Türkiye'nin başlıca doğal gaz kaynaklarının Trakya havzası ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde olduğu bilinmektedir. En büyük rezervin bulunduğu Trakya'daki Hamitabat'ta üretim yapılmaktadır. Petrol re­zervlerinin tümüne yakını Güneydoğu Ana­dolu Bölgesi'ndedir. Bu bölgede yerli ve ya­bancı birçok şirket tarafından petrol üretimi yapılmaktadır. Jeotermal enerji kaynakları daha çok Ege, Marmara, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yoğunlaşmış durum­dadır.
Nüfus
1990'da yapılan nüfus sayımının geçici sonuç­larına göre Türkiye'nin nüfusu 56.969.109'a ulaşmıştır, 1985 sayımına göre Türkiye nüfu­sunun yüzde 10'u Trakya, yüzde 13,1'i Kara­deniz, yüzde 19,4'ü Marmara ve Ege, yüzde 9,2'si Akdeniz yüzde 7'si Batı Anadolu, yüz­de 24,1'i İç Anadolu, yüzde 4,8'i Güneydoğu Anadolu ve yüzde 12,4'ü Doğu Anadolu'da yaşamaktaydı. Gene aynı sayım sonuçlarına göre Türkiye nüfusunun yüzde 48,90'ı kırsal, yüzde 51,10'u kentsel alanlarda yaşıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde topla­nacak vergilerle askere alınacak nüfusu sapta­mak ve toprak-nüfus ilişkisini belirlemek amacıyla çeşitli dönemlerde nüfus sayımları yapılmıştır. Pek başarılı olmayan bu nüfus sa­yımlarının ilki Rumeli ve Anadolu'daki Os­manlı topraklarında gerçekleştirilen ve yalnız erkeklerin sayıldığı 1831 sayımıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nde çağdaş tekniklerin kullanıl­dığı ilk nüfus sayımı 1927'de yapılmıştır. Bu­nu 1935'teki ikinci nüfus sayımı izlemiştir. Bu tarihten sonra 1990'a kadar, sonu sıfır ve beş ile biten her beş yılda bir nüfus sayımı yapıl­ması çıkartılan bir yasayla öngörülmüş ve 1990'a kadar uygulanmıştır, ,1990'da yasada gerçekleştirilen bir değişiklikle nüfus sayımla­rının 10 senede bir yapılması kararlaştırıl­mıştır.
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye'nin nüfusu 11-12 milyon dolaylarında tahmin edilmekteydi. 1927 sayımında 13.648.270 ola­rak belirlenen nüfusun büyük çoğunluğu kır­sal alanda yaşamaktaydı. Yıllarca süren sa­vaşlar ve salgın hastalıklar nedeniyle genç nü­fusun toplam içindeki payı çok azdı. Erkekle­rin sayısı da kadınların oldukça gerisindeydi. 1990'a gelindiğinde nüfus yaklaşık dört kat artmış, toplam nüfus içinde genç nüfus ege­men duruma gelmiştir. Günümüzde Türkiye nüfusunun en önemli özelliklerinden biri genç olmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 1960'a kadar Türkiye'de nüfus artırıcı bir politika egemen olmuştur. Bu politikanın kökleri ekonomiyi olumsuz etkileyen bir nüfus azlığının söz ko­nusu olduğu Osmanlı dönemine kadar uzan­maktaydı. Sürekli savaşlar, salgın hastalıklar ve halk sağlığına ilişkin önlemlerin yetersizliği nüfus artış hızını olumsuz etkileyen etmenle­rin başlıcalarıydı. Türkiye'nin kalkınmasında o yıllarda tarımsal üretimin artması temel alınmaktaydı. Tarımsal üretimse bütünüyle insan gücüne dayanıyordu. Ayrıca yem kaza­nılmış olan bağımsızlığın korunması için ge­rekli olan askeri gücün temel öğesini o yıllar­da da insan gücü oluşturuyordu. Bu koşullar cumhuriyet hükümetlerini nüfus artırıcı bir politika izlemeye yöneltti. Bu politika bir yandan doğumları artırmak, öte yandan ölümleri azaltmak yönünde yoğunlaştı. Do­ğumları artırmak için beş ve daha çok çocuklu ailelerden "yol vergisi" almamak; altı ve daha çok çocuklu ailelere ikramiye ve madalya ver­mek gibi özendirici yollara başvuruldu. Gebe­liği önleyici ilaç ve araçların satılması yasakla­nırken, kürtaja ağır cezalar kondu. Ölüm oranlarını azaltmak amacıyla salgın hastalık­ların önünün alınması için yoğun bir çabaya girildi. Nüfus artışını özendiren bu politika 1960'lara kadar sürdürüldü.
Uygulanan nüfus politikaları 1945'ten son­ra Türkiye'nin nüfus artış hızını yüzde 2,5'iıı üzerine çıkarmıştı. 1960'lara gelindiğinde bu kez nüfus patlaması sonucu hızla büyüyen nü­fusun ekonomik ve toplumsal gereksinimleri­ni karşılamakta zorluklar belirmeye başladı. Ekonomik büyümenin istenilen düzeye eriş­memesi ve genç kuşaklara ekonomiye olumlu katkıda bulunacak iş olanaklarının sağlana­maması nüfus sorununu yeniden güncelleştir­di. Bu kez eskiden uygulanan nüfus artışını özendiren politikanın yerine nüfus artışını azaltıcı politikalar aranmaya başlandı „ Deği­şen nüfus politikası çerçevesinde gebeliği ön­leyici ilaç ve gereçlerin satışı ve kullanımıyla bu konuda eğitim etkinlikleri serbest bırakıl­dı. 1965'te çıkartılan Nüfus Planlaması Hak­kında Kanun ailelerin istedikleri kadar çocuk sahibi olabileceklerini, daha fazla çocuk sahi­bi olmak istemeyenlerin gebeliği önleyici ön­lemler alabileceklerini öngörüyordu. Ama nüfus artış hızını azaltıcı politikalar 1983'e ka­dar pek etkili olmadı. Bu tarihte çıkartılan bir yasa ile belli koşullarda gebeliğin önlenmesi ve kısırlaştırma serbest bırakıldı. Nüfus plan­laması doğrultusunda yoğun bir eğitim ve pro­paganda çalışmasına girişildi.
Hızlı nüfus artışı nedeniyle Türkiye Avru­pa'nın en genç nüfusuna sahip ülkelerinden biridir.


Türkiye'de genç nüfusun (0-25 yaş) 1970'te toplam nüfus içinde payı yüzde


57,3'ten 1980'de yüzde 58,7'ye çıkmıştır. Ay­nı yıllar içinde ekonomik açıdan çalışabilir du­rumda olan 15-25 yaş arasındaki nüfusun top­lam nüfus içindeki payı yüzde 43,2'den yüzde 48,9'a yükselmiştir. Bu durum gençlere iliş­kin, iş bulmaktan eğitime kadar, çözülmesi gereken bir dizi sorunu da gündeme getir­miştir.
1927'de toplam nüfus içinde kırsal kesimde yaşayanların oranı yüzde 83,62 (11.412.185), kentte yaşayanların oranı ise yüzde 16,38'di (2.236.085). 1990'a gelindiğinde kentsel alan­da yaşayanların toplam nüfus içindeki oranı yüzde 59'a (33.666.967), kırsal alanda yaşa- yanlarınki ise yüzde 41'e (23.302.142) ulaştı. Kentsel işlevleri açısından cumhuriyetin ilk yıllarında belirli bir düzeye erişmiş yalnız iki kent, İstanbul ve İzmir varken bu sayı günü­müzde çok daha artmış durumdadır. Kentsel nüfusun toplam nüfus içindeki bu artışına 1950'den sonra hız kazanan köyden kente göç olgusu neden olmuştur. Ama bu olgu başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere birçok kentte büyük nüfus yığılmalarına ve sağlıksız gecekondu bölgelerinin oluşmasına yol aç­mıştır.
Ekonomi
Planlı bir karma ekonominin yürürlükte oldu­ğu Türkiye yeni sanayileşen ülkeler arasında sınıflandırılmaktadır. Özellikle son 10 yıl bo­yunca devletin ekonomideki yerini ve rolünü sınırlayıcı politikalar izlenerek, pazar güçleri ve ilişkilerinin önemi artırılmıştır. 1989'da Türkiye'de gayri safi milli hasıla (GSMH) 170,679 trilyon Türk Lirası (79,554 milyar ABD Dolan), kişi başına GSMH ise 3.730.000 Türk Lirası (1.432 ABD Dolan) dolayındaydı.
Osmanlı Devleti'nden Devralınan Yapı. Tür kiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğum­dan bütünüyle çökmüş bir ekonomik yapı devralmıştı. Ağır dış borçlar altında ezilen, yan sömürgeleşmiş bu ekonomik yapı 19. yüzyıl boyunca batılı güçlerin sürekli ekono­mik baskılan sonucu ortaya çıkmıştı. Başta İngiltere olmak üzere batının sanayileşmiş ka­pitalist ülkeleri ile önce serbest ticaret ve borçlanma ile başlayan ekonomik ilişkiler so­nunda imparatorluğun batının bir açık pazan olmasına yol açmıştı. Osmanlı ekonomisi tarı­ma dayanıyordu. Sanayi ise küçük işletmeler­den oluşuyordu. Sanayinin önemli bölümü yabancılar ile azınlıkların denetimindeydi. Dış ticaret ise bütünüyle azınlıkların elindey­di. Türk ve Müslüman tüccarlar ağırlıklı ola­rak iç ticaretle uğraşmaktaydılar.
II. Meşrutiyet'in ilanını (1908) izleyen yıl­larda siyasal iktidarı elinde tutan ittihat ve Te­rakki Fırkası, ulusal bir kapitalizm kurma doğrultusunda bazı adımlar atmıştı. "Milli ekonomi" görüşüyle yola çıkan İttihat ve Te­rakki yöneticilerinin ekonomik bağımsızlığa ilişkin görüşleri, devletin egemenlik haklarını zedeleyen, yabancı ülkelere tanınmış ayrıcalıkların kaldırılmasıyla sınırlıydı. Bunun sonu­cu olarak, yasal ayrıcalıklar ve siyasal istekler içermemesi koşuluyla dış borçlanma özendiri­liyordu. Ayrıca I. Dünya Savaşı yıllarına ka­dar yerli sanayiyi koruyucu bir gümrük politi­kası da izlenmemişti. Bu ekonomik yaklaşım, 20. yüzyıl başlarındaki Osmanlı toplumunun koşullarında sanayinin gelişmesini engelleyen etmenlerdendi. Ayrıca 1908'i izleyen 14 yılın üst üste gelen isyan ve savaşlarla geçmesi alı­nabilecek önlemleri de etkisiz kılmış ve eko­nomiyi tümüyle iflasa sürüklemişti. Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde, ekonominin belkemi­ğini oluşturan tarımsal üretim savaş öncesine göre yan yarıya azalmıştı.
1923-29. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti'yle siyasal ve yönetsel tüm bağlarını koparmış genç bir devletti, ama ekonomik yönden geçmişle ilgili tüm bağlar atılamamıştı. 1923-29 arasında Türkiye'nin izlediği eko­nomi politikalarının belirlenmesinde, devralı­nan ekonomik miras ve 1908 sonrası uygulan­maya çalışılan ulusal kapitalizmi kurma eğiliminin sürmesi önemli rol oynamıştır. Ko­rumacı ve yerli sanayiyi özendirici bir politika milli ekonomi görüşünün temel yönelişiydi. Amaçlanan, devlet desteğiyle yerli ve ulusal bir sermaye sınıfı yaratmaktı. Bu, çağdaşlaş­manın ve gelişmenin temeli olarak görülüyor­du. Ne var ki, bu yaklaşımın önündeki en bü­yük engel Lozan Banş Antlaşması'nın bazı maddeleriydi. Bu antlaşma yeni Türk devleti­nin siyasal ve ekonomik bağımsızlığı yönün­den son derece önemli olan kapitülasyonları kaldırmakla birlikte, Osmanlı borçlarının yaklaşık üçte ikisini Türkiye Cumhuriyeti'nin üstlenmesini de öngörüyordu. Ayrıca Lozan Antlaşması'na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi beş yıl süre ile Türkiye'nin yaban­cı ülkelere karşı uygulayabileceği ekonomi politikalarını dondurmasını, bazı özel koşul­lar dışında dışalım ve dışsatım yasaklarının kaldırılarak yenilerinin konmamasını ve 1916 gümrük tarifelerinin beş yıl süreyle değiştiril­meden uygulanmasını getiriyordu. Böylece beş yıl süreyle Türkiye'nin gümrük gelirlerini artırmaya ya da sanayiyi dış rekabetten koru­maya dönük bir politika izlenmesi engellen­mekteydi.
Şubat 1923'te yeni Türk devletinin izleyece­ği ekonomi politikalarını saptamayı amaçla­yan İzmir İktisat Kongresi toplandı. Bu kon­grenin amaçlarının başında Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara ile sağlıklı bir bağ kurama­mış olan İstanbul ve İzmir'deki Türk-Müslüman sermaye çevrelerinin yeni yönetim kadrolarıyla bütünleşmesini sağlamaktı. Bu­nun yanında dış dünyaya, Kurtuluş Savaşı'nı yöneten önder kadroların toplumdaki tüm ke­simlerin yalnız siyasal değil, ekonomik istek­ler açısından da meşru temsilcileri oldukları gösterilmek isteniyordu. Ayrıca kongre, ya­bancı sermaye çevrelerine Osmanlı İmparatorluğu'ndan devralınan liberal ekonomi poli­tikalarında ve yabancı sermayeye karşı tutum­da köklü değişiklikler olmayacağını da sergi­lemeyi amaçlıyordu.
İzmir İktisat Kongresi, "mesleki temsil" il­kesine göre örgütlendi. Buna göre kongreye çiftçi, tüccar, sanayici ve amele (işçi) temsilci­leri katıldı. Kongrenin en örgütlü kesimini tüccarlar oluşturmaktaydılar. Bu kesim kon­greden, tekellerin kaldırılması, hükümetin de ortak olacağı bir ticaret bankasının kurulma­sı, deniz ticareti ile gümrük işlemlerinin yeni­den düzenlenmesi, yabancı sermaye girişinin yeniden biçimlendirilmesi, yabancı sermaye­nin Türkler'le ortaklığa zorlanması gibi bir­çok karar çıkardı. Kongrenin ikinci etkin gru­bunu oluşturan çiftçilerin kongreye kabul et­tirdikleri kararların başında aşarın (öşür) kal­dırılması ve tarımsal kredi olanaklarının artı­rılması geliyordu. Kongreye katılan sanayici­ler, sanayinin gümrük yoluyla dış rekabetten korunmasını, sanayi bankasının kurulmasını,
Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun yeniden düzen­lenmesini içeren kararlar aldırdılar. Öte yan­dan, işçilerin ücretlere ve çalışma koşullarına ilişkin isteklerinin çoğu tüccar ve sanayici gruplarınca reddedilirken, sekiz saatlik işgü­nü, ücretli hafta tatili, amele yerine işçi den­mesi gibi bazı istekleri kabul edildi.
Kongreye egemen olan hava, ekonominin kendi kuralları içinde işlemesine devletin hiç­bir biçimde karışmamasıydı. Devlet büyük altyapı yatırımlarını üstlenecek ve özel girişi­mi geliştirecek önlemler alacaktı. Bu ekono­mi politikasının temelinde, devlet desteği ile yeni bir ulasal sermaye sınıfı yaratmak ve bunların yabancı sermaye ile oluşturacakları işbirliği ve ortaklıkla ülkenin sanayileşmesini gerçekleştirmek yatıyordu. Bazı zorunlu sınır­lamalar dışında İzmir İktisat Kongresi'nin al­dığı kararlar 1930'a kadar Türkiye Cumhuri­yeti'nin ekonomi politikalarını biçimlendirdi.
Cumhuriyet döneminin 1923-29 arasını kapsayan bu ilk yıllarında ulusal ekonomiyi geliştirmek için çeşitli alanlarda adımlar atıl­dı. Tarımda pazara yönelik üretimi özendir­mek ve kapitalizmin gelişmesine ayak bağı olan engelleri ortadan kaldırmak amacıyla bir dizi önlem alındı. Yurtdışından getirilen tarım araçlarının Ziraat Bankası aracılığıyla üretici­ye gümrüksüz dağıtılması, tarım kredilerinin artırılması, 1926'da yürürlüğe giren Medeni Kanun'la temel üretim aracı olan toprakta özel mülkiyetin yasal olarak güvence altına alınması ve toprağın alınıp satılabilmesinin kolaylaştırılması bu önlemlerin önde gelenle­riydi. Bu doğrultuda atılan bir başka önemli adım devlet gelirleri içinde büyük bir yeri olan aşarın 1925'te kaldırılması oldu. Aşar Osmanlı Devleti'nin vergi olarak çiftçinin ürününün onda birini almasıydı. Ürün olarak alman bu verginin kalkmasıyla üretici devlete verdiği ürünü pazarda satma olanağını ka­zandı.
1923-29 döneminde ulusal girişimcilerin ve ulusal sanayinin yaratılıp geliştirilmesi doğrul­tusunda atılan adımların başında 1925'te Sa­nayi ve Maadin Bankası'nın kurulması gelir. 1932'ye kadar etkinlikte bulunan bu banka, kendisine devredilen Hereke, Feshane, Ba­kırköy Bez, Beykoz Deri ve Kundura fabrikalarını uygun koşullarda özel sektöre devredinceye kadar işletmek, özel sektöre kredi sağla­mak, özel sektörle ortaklık kurmak gibi amaçlar için kurulmuştu. Ayrıca 1927'de Teş­vik-! Sanayi Kanunu'nun kapsamı değiştirile­rek sanayicilere çok geniş bağışıklık ayrıcalık ve özendirme olanakları tanındı. Ama tüm çabalara karşın sanayinin tarım ürünlerini iş­leme, madencilik ve dokuma alanlarına yo­ğunlaşması engellenemedi. Sanayi temel tü­ketim mallarını bile üretemiyor, bu tür malla­rın çok büyük bölümü dışalımla karşılanı­yordu.
Cumhuriyet yönetimi yabancı sermayeyi belirli koşullarda özendirmeyi ilke olarak be­nimsemişti. Ama yarı sömürge Osmanlı eko­nomisinden arta kalan ve yaşamsal önemi olan bazı yabancı tekel ve işletmelerin kamu­laştırılmasından da kaçınılmadı. Önce yaban­cı sermayenin elinde bulunan çeşitli demiryo­lu hatları kamulaştırıldı. Ardından 1926'da Türk limanları arasında denizyoluyla yolcu ve yük taşıma hakkı (kabotaj) yabancılara yasak­landı. Bu atılımları Osmanlı döneminin olum-
suz ekonomik miraslarından biri olan Reji İdaresi'nin satın alınarak kamulaştırılması izledi. Kibrit, alkol, ispirto, petrol ve şeker başta ol­mak üzere bazı malların dışalımı ve ticareti yerli ya da yabancı tekellere bırakıldı.
1924'te kurulan Türkiye İş Bankası yerli ve yabancı sermaye ile cumhuriyetin siyasal kad­roları arasında yakın ilişkilerin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Genel müdürlüğü­ne tmar Vekilliği'nden (Bayındırlık Bakanlı­ğı) ayrılan Celal Bey'in (Bayar) getirildiği bankanın kurucuları etkin siyasetçiler ile zen­gin tüccarlardı. İlk yönetim kurulu ise tümüy­le milletvekillerinden oluşuyordu. İş Bankası ile ilişkili siyasetçiler sermaye çevreleriyle devlet arasında önemli bir köprü oluşturdu­lar. Bunlar birçok ekonomik kararın sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendi­rilmesinde çok etkili olan bir baskı grubu rolü oynadılar.
1920'lerin sonuna gelindiğinde uygulan­makta olan ekonomi politikasının özellikle sa­nayide başarılı olmadığı görülmeye başlandı. Özel kesime öncelik veren sanayileşme politi­kası temel tüketim mallarının yerli üretimini bile sağlayamamıştı. Ticaret, bankacılık ve benzeri alanlarda elde edilen kârların ya da tarımsal ürün fazlasının sanayi yatırımına dönüştürülememesi başlıca sorundu. Ticarette kısa dönem kârlarının yüksekliği sanayiye ya­tırım yapılmasını engelleyen bir öğeydi. İzmir İktisat Kongresi'nden sonra cumhuriyetin si­yasal kadrolarının devlet yardımıyla sermaye birikimini sağlama çabaları başarılı olmamış­tı. Bu nedenle, bir bölümü siyasal kadrolar­dan kaynaklanan yerli sermaye sınıfının oluş­ması ve yabancı sermaye ile eşit koşullarda işbirliği içine girip sanayileşmeyi sağlaması da gerçekleşmemişti.
1930-39. 1929'da batı dünyasında patlak ve­ren büyük ekonomik bunalımın etkisiyle Tür­kiye'nin yurtdışına sattığı tarımsal ürün fiyat­larında büyük düşmeler oldu. Bu, devlet ge­lirlerinin azalmasına yol açtı. Ayrıca aynı yıl Osmanlı borçlarının ilk taksidinin ödenmeye başlanması, bunalımın devlet gelirleri üzerin­deki olumsuz etkisini daha da artırdı. 1929'da Lozan Barış Antlaşması'nın getirdiği ekono­mik sınırlamaların kalkmasıyla devlet gümrük vergilerini yükseltme olanağına kavuştu. Sa­nayileşmede uğranılan başarısızlık ve Büyük Dünya Bunalımı'nda hemen hemen bütün ül­kelerde devletin ekonomideki etkisinin art­ması Türkiye'de de 1923-29 yılları arasında uygulanan liberal ekonomi politikalarından uzaklaşılmasında etkili oldu. Ayrıca 1930'da Atatürk'ün emriyle kurulan Serbest Cumhu­riyet Fırkası geniş halk yığınlarında var olan hoşnutsuzluğun ne kadar yaygın ve ciddi ol­duğunu göstermişti. Yönetici kadrolar ciddi bir ekonomik atılım dönemine girilmemesi durumunda önemli siyasal sorunlarla karşıla­şacağı düşüncesindeydiler.
1930-39 dönemi korumacı ve devletçi eko­nomi politikalarının izlendiği yıllar olmuştur. Bu dönemin temel niteliği kapitalistleşme sü­recini hızlandırmak için devletin ekonomik etkinliğinin yüksek bir düzeye ulaşmasıdır.
Bu dönemde Türkiye ekonomisi devlet eliy­le ulusal bir sanayileşme deneyimine girişti. Başlangıçta korumacı önlemlerle dış ticaret alanında daha etkin bir rol üstlenen devlet gi­derek yatırımcı, işletmeci ve denetleyici ola­rak ekonomiye egemen oldu. 1930-39 yılları arasındaki bu dönemi, yalnız korumacı ön­lemlerle yetinilen 1930-31 yılları, devletçi uy­gulamalara geçişin gerçekleştiği 1932 yılı ve devletçiliğin uygulandığı 1933-39 yılları olarak bölümleyebiliriz.
1930 sonrası yabancı sermayeye karşı önemli bir tavır değişikliği içine girildi. Bunalım ko­şullarında azalmış bulunan özel dış yatırımla­ra karşı olumsuz bir tavır alındı. Madencilik kesimindeki yabancı işletmeler ile yabancı şir­ketlerin hisselerini devlet satın aldı. Yabancı şirketlere ait tekeller ve İstanbul'da yabancı şirketlerin yürüttüğü belediye hizmetleri de kamulaştırıldı. Bu dönemde İngiltere ve SSCB'den az miktarda dış kredi alındı.
Tarımsal üretim ile ticaretin de devletçe des­teklenmesi ve denetlenmesi yoluna gidildi. Bunun gerçekleştirilmesi için ya buğdayda ol­duğu gibi devlet kuruluşları pazara doğrudan alıcı olarak girdi ya da tarımsal hammaddeyi kullanan sanayinin büyük bölümünü elinde tuttuğu için, örneğin şekerpancarı ve pamuk fiyatlarını belirleyebildi. Yurtdışına satılan ta­rım ürünlerinde denetim tarım satış koopera­tifleri aracılığıyla sağlanıyordu. Sanayide ise fiyat kontrolleri ve hükümete verilen çeşitli yetkilerle denetim kurulmaktaydı. Tüm bu denetimlerin yanında dönemin en belirleyici yanı devletin doğrudan yatırımcı ve üretici iş­levler yüklenmesidir.
Devletin bu tür etkinlikleri 1934'te uygulan­maya başlayan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı'yla düzenlenmiştir. Devlet tarım ürünleri­nin işlenmesini, madenlerin değerlendirilme­sini sağlayacak ve dışalımla sağlanan sanayi ürünlerinin yerini alacak yatırımlara girişti. Sanayileşme öncelikle dokuma, şeker gibi tü­ketim mallarıyla o yıllarda önem verilen eği­tim ve yapım işlerinin iki temel maddesi olan kâğıt ve çimento üretiminde yoğunlaştı. 1930'ların sonlarında Türkiye artık "üç beyaz­lar" yani un, şeker ve dokumayı dışarıdan almaya gerek duymayacak duruma gelmişti.
Devletçi ekonomi politikalarının uygulandı­ğı 1929-39 yılları Türkiye'nin sanayileşme doğrultusunda en büyük adımları attığı yıllar olmuştur. Ayrıca bu sanayinin ekonominin öz gücüyle gerçekleştirilmiş olması önemlidir.Bu dönemde dış ticaret açığı da ortaya çıkma­mıştır.1940-50. Türkiye 1939'da çıkan II. Dünya Savaşı'na girmemesine karşın, savaşın yarattı­ğı güçlüklerden oldukça etkilendi. Bu neden­le 1940-45 yıllan arasında uygulanan ekonomi politikaları savaşın yarattığı iç ve dış koşullar- ca belirlenmiştir. Dışalım bu dönemde yarı yarıya azaldı. Öte yandan yetişkin nüfusun önemli bir bölümünün askere alınması, özel­likle tarımsal alanda büyük üretim düşmeleri­ne yol açtı. Savaş nedeniyle savunma harca­malarının bütçeye egemen olması sanayi yatı­rımlarının ertelenmesini gerektirdi. Kısaca, 1940-45 yıllan ekonomik gelişmenin durduğu ve gerilediği bir dönem oldu.
1940-45 yıllan arasında devletçilik daha katı bir biçimde uygulanmıştır. Bu dönemde dev­let savaş nedeniyle özel girişim ve ticaret et­kinlikleri üzerinde daha sıkı bir denetim kur­maya yöneldi. Bu amaçla 1940'ta çıkartılan Milli Korunma Kanunu'yla çalışan kesime üc­retli iş yükümlülüğü, ücretlerin sınırlandırılması, çalışma süresinin uzatılması gibi hü­kümler getirildi. Ayrıca bu yasa hükümete özel işletmelere geçici el koyma, iç ticarette en yüksek, dışarıdan alınan mallardaysa en düşük fiyatlan belirleme, temel tüketim mallarının vesikayla (karneyle) dağıtımı gibi ön­lemler alma yetkisi de veriyordu. Ne var ki, piyasa denetimine gidilen her alanda karabor­sanın, istifçiliğin, rüşvet ve iltimasın önüne geçilemedi. 1942'de savaştan doğan aşırı kâr- lan devlete aktarmak amacıyla hazırlanan Varlık Vergisi yürürlüğe girdi. Bir kere için alınacak olan bu verginin miktarını saptama yetkisi komisyonlara verilmişti. Yasa metnin­de ırk ve din ayrımı bulunmamasına karşın, Varlık Vergisi uygulamasında toplanan vergi­nin yandan çoğunu azınlıklar ödedi. Varlık Vergisi'nin büyük ölçüde dışında tutulan ta- rım kesimiyse 1944'te çıkartılan Toprak Mah­sulleri Vergisi ile vergilendirildi.
Savaş sonrası dünyada ve Türkiye'de yeni bir ekonomik ve siyasal yapılanma döneminin başlangıcı olmuştur. Türkiye'de 1946 yılı tek parti yönetiminden çok partili parlamenter sisteme geçiş yılıdır. Yasal ve siyasal alanda gerçekleşen değişiklikler, devlet sektöründe baş gösteren para sıkıntısı, iş çevreleri, çiftçi­ler, aydınlar ve siyasetçilerce yürütülen sert muhalefet, 1946 sonrasında devletin ekono­miye müdahalesinin sınırlandırılmasında etki­li oldu. Ayrıca savaş sonrasında yakın ilişkile­rin kurulduğu batılı devletler, Türkiye'de de kendi ülkelerindekine benzer bir ekonomik yapının yerleşmesini istiyor ve bu yönde deği­şik kanallardan etkide, hatta baskıda bulunu­yorlardı. Bu etkilerin büyük bölümü 1947'den sonra alınmaya başlayan dış yardımlar nede­niyle ekonomik yönden kazanan ABD'den geliyordu. Böylece daha önce uygulanmakta olan korumacı, dış ticaret dengesine dayalı ve içe dönük ekonomi politikalarından adım adım uzaklaşılmaya başlandı. Özel sermaye­nin daha önce kendisine kapatılmış bazı alan­larda etkinlikte bulunmasına izin verildi. Dö­viz ve hammadde dağıtımında devlet işletme­lerine tanınan öncelikler azaltıldı. Dışalım serbestleştirilerek yabancı sermayenin gelme­si için çalışmalara başlandı. 1947'de Türkiye Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve 1948'de Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü' ne üye oldu. Bu dönemde önce Truman Doktrini, ardından Marshall Planı çerçevesin­de yardım alınmaya başlandı.
1950-60. Bu döneme damgasını vuran De­mokrat Parti, 1950 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'ni yenilgiye uğratarak iktidara gelmişti. Demokrat Parti devletin ekonomik etkinliğinin kamu yararı olan dallar ve temel sanayi kollarıyla sınırlı kalmasını öngörmek­teydi. Devletin ekonomik etkinliklerinin amacı ulusal ekonomiyi geliştirmek ve halkın zorunlu gereksinimlerini karşılamak olacaktı. 1950'nin ilk yıllarında ekonomide hızlı bir ge­lişme süreci başladı. Bunda, tarımın makine­leşmesi, tarımsal üretim artışı, dış borçlanma kaynaklarının genişlemesi, Kore Savaşı nede­niyle dünya pazarlarında tarımsal ürün fiyat­larının yükselmesi rol oynamıştır. Tarımsal üretimdeki artışı, yeni toprakların işletmeye açılması, tarımda ileri teknolojinin kullanıl­maya başlanması ve doğal koşulların elverişli gitmesi sağladı. Tarım kesimindeki bu geliş­meler öbür kesimleri de etkileyerek sanayi ve hizmet sektörlerinde de önemli gelişmelere yol açtı. 1950-53 yıllarında sanayi, ulaştırma (limanlar ve karayolları), enerji ve öbür alan­larda geniş çaplı yatırımlar yapıldı.
1954, savaş sonrasında görülen hızlı büyü­menin durduğu ve ekonominin bunalıma doğ­ru sürüklendiği yıl oldu. Kötü doğa koşulları nedeniyle tarımsal ürünün düşmesi, yavaş ya­vaş ekilebilir alanların sınırına ulaşılması, Ko­re Savaşı'nın sona ermesiyle dışarıya sattığı­mız mallara talebin azalması dışsatımla elde edilen gelirlerde bir düşme yarattı. Dış gelir­lerin, dışalımdaki artışa uygun bir gelişme gösterememesi, dış ticaret açığının hızla bü­yümesini ve dış borçlarla ABD yardımının da bu açığı karşılayamamasını doğurdu. Bunun sonucu olarak 1955'ten sonra dışarıdan alınan hammadde, makine ve donanım, yedek parça gibi mallarda başlayan kıtlık daha çok özel sermaye yatırımlarını sekteye uğrattı. Ekono­minin içine girdiği bu bunalım Demokrat Par­ti hükümetini dışalımı kısıtlamak, dışarıdan lüks mal alımını önlemek gibi dış ticareti de­netleyici ekonomi politikalarına yöneltti. Ye­ni kredi bulmada karşılaşılan güçlükler, dışa­rıdan alınan tüketim mallarının büyük ölçüde devlet yatırımlarıyla ülke içinde üretilmesi eğilimini güçlendirmişti. Milli Korunma Ka­nunu yeniden yürürlüğe konarak birçok malın fiyatı devletçe denetlenmeye başlandı. Katı bir biçimde uygulanan bu önlemler bir süre için fiyat artışlarını durdurdu. Ama kâr dü­zeyleri hükümetçe belirlendiği ve saptanan fi­yatlar özel sermaye kesimlerine yeterli gelme­diği için üretimi engelleyen tıkanıklık yeniden görülmeye başlandı. Ayrıca alınan tüm ön­lemlere karşın dış ticaret açıkları süreklilik kazandı.
Bu durum karşısında Demokrat Parti hükü­meti 1958'de ekonomik bunalıma son vermek amacıyla köklü ekonomik önlemler alma yo­luna gitti. Türk parasının değeri dolar karşı­sında büyük oranda düşürüldü. Uygulanmak­ta olan kontrollü dış ticaret politikasından uzak!aşıldı. Milli Korunma Kanunu uygula­maları durduruldu. Kamu işletmeleri ürünle­rine zamlar yapılarak bütçe açığının daraltıl­masına gidildi. Başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin önerileri doğrultusunda gerçekleşti­rilen bu önlemler, bu ülkelere olan dış borçla­rın ertelenmesini ve yeni kredilerin alınmasını sağladı. Bu önlemlerle fiyat artışları büyük öl­çüde engellendi. Dışalımda tüketim malları­nın payı azaltılarak yatırım ve ara malları payının artırılması üretimin de artmasını sağ­ladı.
1960-80. Demokrat Parti'nin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini izleyen yıllar Türkiye ekonomisinde yeni bir genişleme sürecinin başlangıcı oldu. Bu dönemin eh belirgin özel­liği 1980'e kadar ekonomi politikalarının planlama tabanına oturtulmuş olmasıdır. 1963'ten başlayarak uygulanan beş yıllık kal­kınma planları bu dönemin yatırım politikala­rı üzerinde belirleyici olmuştur. Üretim yapı­sını veri alan bu planlar, ekonominin her yıl belli bir hızla büyümesini temel amaç edin­mişti. Planların bir başka özelliği de sanayiye öncelik vermeleriydi. Uygulamada kamu yatı­rımları beş yıllık plan çerçevesinde hazırlanan yıllık programlara uyum göstermek zorunday­dı. Özel girişimlerinse, devletçe sağlanan çe­şitli özendirici ve desteklerden yararlanabil­mek için, gerçekleştirdikleri yatırımların plan hedeflerine uygunluğunu ilgili kamu kuruluş­larına onaylatmaları gerekiyordu.
Genel görünümüyle bu dönemde de daha önce uygulanmış olan dış ticarette korumacı, dışarıdan alınan malların ülke içinde üretil­mesini amaçlayan, iç pazara dönük bir ekono­mi politikası yürütüldü. Ama sanayileşmenin yönelişi ve yatırımların dağılımı açısından ta­mamen farklı bir yapılanma vardı. Bu dönem­de dışarıdan alman malların ülke içinde üretil­mesine yönelik sanayileşmede radyo, televiz­yon, buzdolabı, otomobil, çamaşır makinesi gibi dayanıklı tüketim malları öne çıktı. Bu malların dövizin kıt olduğu ve dış ticaret açığı­nın önemli boyutlara ulaştığı bir dönemde dı­şarıdan getirilmesini serbest bırakmak ola­naksızdı. Böylece bu mallar büyük oranda ya­bancı sermayenin katılımıyla ülke içinde üre­tilmeye başlandı. Başlarda bu malların yurtdı­şından getirilen parçalarının Türkiye'de bir araya getirilerek piyasaya çıkarılması biçimin­de gelişen dayanıklı tüketim malları sanayisi giderek daha fazla yerli üretimle ve çevresin­deki yan sanayi ile çağdaş sanayi görünümü kazandı. Ne var ki, bu kesim temel girdiler ve teknoloji yönünden dışa bağımlıydı. Ayrıca üretimin hem niteliği, hem de niceliği batıda üretilenlerden geriydi. Bu nedenle de dışsa­tım olanakları yok denecek kadar azdı.
1954, savaş sonrasında görülen hızlı büyü­menin durduğu ve ekonominin bunalıma doğ­ru sürüklendiği yıl oldu. Kötü doğa koşulları nedeniyle tarımsal ürünün düşmesi, yavaş ya­vaş ekilebilir alanların sınırına ulaşılması, Ko­re Savaşı'nın sona ermesiyle dışarıya sattığı­mız mallara talebin azalması dışsatımla elde edilen gelirlerde bir düşme yarattı. Dış gelir­lerin, dışalımdaki artışa uygun bir gelişme gösterememesi, dış ticaret açığının hızla bü­yümesini ve dış borçlarla ABD yardımının da bu açığı karşılayamamasını doğurdu. Bunun sonucu olarak 1955'ten sonra dışarıdan alınan hammadde, makine ve donanım, yedek parça gibi mallarda başlayan kıtlık daha çok özel sermaye yatırımlarını sekteye uğrattı. Ekono­minin içine girdiği bu bunalım Demokrat Par­ti hükümetini dışalımı kısıtlamak, dışarıdan lüks mal alımını önlemek gibi dış ticareti de­netleyici ekonomi politikalarına yöneltti. Ye­ni kredi bulmada karşılaşılan güçlükler, dışa­rıdan alman tüketim mallarının büyük ölçüde devlet yatırımlarıyla ülke içinde üretilmesi eğilimini güçlendirmişti. Milli Korunma Ka­nunu yeniden yürürlüğe konarak birçok malın fiyatı devletçe denetlenmeye başlandı. Katı bir biçimde uygulanan bu önlemler bir süre için fiyat artışlarını durdurdu. Ama kâr dü­zeyleri hükümetçe belirlendiği ve saptanan fi­yatlar özel sermaye kesimlerine yeterli gelme­diği için üretimi engelleyen tıkanıklık yeniden görülmeye başlandı. Ayrıca alınan tüm ön­lemlere karşın dış ticaret açıkları süreklilik kazandı.
Bu durum karşısında Demokrat Parti hükü­meti İ958'de ekonomik bunalıma son vermek amacıyla köklü ekonomik önlemler alma yo­luna gitti. Türk parasının değeri dolar karşı­sında büyük oranda düşürüldü. Uygulanmak­ta olan kontrollü dış ticaret politikasından uzaklaşıldı. Milli Korunma Kanunu uygula­maları durduruldu. Kamu işletmeleri ürünle­rine zamlar yapılarak bütçe açığının daraltıl­masına gidildi. Başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin önerileri doğrultusunda gerçekleşti­rilen bu önlemler, bu ülkelere olan dış borçla­rın ertelenmesini ve yeni kredilerin alınmasını sağladı. Bu önlemlerle fiyat artışları büyük öl­çüde engellendi. Dışalımda tüketim malları­nın payı azaltılarak yatırım ve ara malları payının artırılması üretimin de artmasını sağ­ladı.
1960-80. Demokrat Parti'nin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini izleyen yıllar Türkiye ekonomisinde yeni bir genişleme sürecinin başlangıcı oldu. Bu dönemin en belirgin özel­liği 1980'e kadar ekonomi politikalarının planlama tabanına oturtulmuş olmasıdır. 1963'ten başlayarak uygulanan beş yıllık kal­kınma planları bu dönemin yatırım politikala­rı üzerinde belirleyici olmuştur. Üretim yapı­sını veri alan bu planlar, ekonominin her yıl belli bir hızla büyümesini temel amaç edin­mişti. Planların bir başka özelliği de sanayiye öncelik vermeleriydi. Uygulamada kamu yatı­rımları beş yıllık plan çerçevesinde hazırlanan yıllık programlara uyum göstermek zorunday­dı. Özel girişimlerinse, devletçe sağlanan çe­şitli özendirici ve desteklerden yararlanabil­mek için, gerçekleştirdikleri yatırımların plan hedeflerine uygunluğunu ilgili kamu kuruluş­larına onaylatmaları gerekiyordu.
Genel görünümüyle bu dönemde de daha önce uygulanmış olan dış ticarette korumacı, dışarıdan alınan malların ülke içinde üretil­mesini amaçlayan, iç pazara dönük bir ekono­mi politikası yürütüldü. Ama sanayileşmenin yönelişi ve yatırımların dağılımı açısından ta­mamen farklı bir yapılanma vardı. Bu dönem­de dışarıdan alman malların ülke içinde üretil­mesine yönelik sanayileşmede radyo, televiz­yon, buzdolabı, otomobil, çamaşır makinesi gibi dayanıklı tüketim malları öne çıktı. Bu malların dövizin kıt olduğu ve dış ticaret açığı­nın önemli boyutlara ulaştığı bir dönemde dı­şarıdan getirilmesini serbest bırakmak ola­naksızdı. Böylece bu mallar büyük oranda ya­bancı sermayenin katılımıyla ülke içinde üre­tilmeye başlandı. Başlarda bu malların yurtdı­şından getirilen parçalarının Türkiye'de bir araya getirilerek piyasaya çıkarılması biçimin­de gelişen dayanıklı tüketim malları sanayisi giderek daha fazla yerli üretimle ve çevresin­deki yan sanayi ile çağdaş sanayi görünümü kazandı. Ne var ki, bu kesim temel girdiler ve teknoloji yönünden dışa bağımlıydı. Ayrıca üretimin hem niteliği, hem de niceliği batıda üretilenlerden geriydi. Bu nedenle de dışsa­tım olanakları yok denecek kadar azdı.
Dışarıdan alınan malların ülke içinde üretil­mesi biçimindeki sanayileşme kamu kesimin­de de izlendi. Devlet yatırımları demir-çelik, bakır, alüminyum, petrokimya ürünleri ve ya­pı gereçleri gibi temel ara mallarına yöneldi. Ama bu politika ekonominin dışa bağımlılığı­nı ve dış ticaret açığının büyümesini engelle­yemedi. Bunun başta gelen nedeni büyük bo­yutlara ulaşan yatırımlar için ülke dışından gerekli makinelerin getirilmesiydi. Ayrıca ge­leneksel tarım ürünlerinden oluşan dışsatım Türkiye'nin gereksindiği dövizi sağlamaktan uzaktı. Gerçekleştirilen sanayileşmenin yakıt olarak petrole dayanması hem dışa bağımlılı­ğı, hem de dış ticaret açığını büyüten bir baş­ka etmendi.
1962-80 arasında izlenen bu ekonomi politi­kasının sürdürülmesi önemli miktarda dış kaynak gerektiriyordu. Kısa ve uzun dönemli borçlanmalar, dış yardım ve ülke dışındaki iş­çilerin gönderdikleri dövizler 1976 sonlarına kadar ekonominin olağan işleyişini sağladı. Ama 1968'den başlayarak Uluslararası Para Fonu'ndan Türk parasının değerinin düşürül­mesi ve dış ticarette korumacı politikadan vazgeçilmesi yönünde öneriler gelmeye ve baskılar uygulanmaya başlandı. 1970'te bu öne­riler doğrultusunda Türk Lirası'nın değeri ABD Dolan karşısında yüzde 60 oranında düşürüldü. Dış ticarette daha serbest bir ortam yara­tıldı. Ne var ki, bu önlemlerin umulan sonuç­ları verebilmesi 12 Mart 1971 askeri müdaha­lesinin ardından grev ve toplusözleşmelerin askıya alınmasıyla sağlanabildi. Bu önlemler dış kredilerin artırılmasını ve dış ticarette ya­şanan tıkanıklıkların bir süre için aşılmasını getirdi.
Petrol fiyatlarındaki ani yükselmenin 1974'te dünyayı sürüklediği ekonomik bunalım Tür­kiye ekonomisini de olumsuz yönde etkile­mişti. Türkiye'nin o yıllarda içine sürüklendi­ği siyasal bunalım ve üst üste gelen seçimlerin yarattığı seçim ekonomisi ortamı, hükümetle­rin bunalıma karşı önlem almak yerine, buna­lımın ülke ekonomisine yansımasını ertele­mek yönünde hareket etmesine neden oldu. Dünya piyasalarında petrol fiyatı üç katına çı­karken Türkiye'de petrol ve petrol ürünleri­nin fiyatları devletçe desteklenerek hemen hemen aynı düzeyde tutuldu. Gerekli kaynak­lar maliyeti yüksek dış borçlanmayla sağlan­maya çalışıldı. Ne var ki, bunalıma çözüm aramak yerine erteleyerek yaratılan bu yapay refah ortamı 1977'de büyük bir ekonomik bu­nalımın patlak vermesine yol açtı.
1977'de dışsatım önemli ölçüde gerilerken dışalımda büyük bir artış oldu. Dış ticaret açı­ğı o yıla kadar yaşanılan en yüksek düzeye ulaştı. Daha önce uygulanan yanlış dış borç­lanma ve kredi alma politikaları tüm dış kaynakların tıkanmasına yol açtı. Böylece ye­meklik yağdan, petrole kadar birçok temel gereksinim mallarında kıtlık ve yokluk başla­dı. Bunalımdan çıkmak için Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşların önerilerinin bir bölü­mü uygulanmaya başlandı. Öte yandan eko­nominin içine düştüğü karmaşadan fiyat de­netimleri ve polisiye önlemlerle çıkılmaya ça­lışılıyordu. 1977 ve 1978'de Türk parasının değeri üst üste düşürüldüyse de umulan sonuç sağlanamadı. Daha da kötüsü ekonomi hızlı bir enflasyona sürüklendi. Bunalımdan en çok kent ve köydeki geniş emekçi kitleleri et­kilendi, Fiyat denetimleri temel tüketim mal­larındaki büyük fiyat artışlarını durdurama- maktaydı. Sendikalarda örgütlü işçiler yüksek enflasyon karşısında sendikal mücadeleyle üc­retlerindeki düşüşü engelleyip var olan gelir düzeylerini koruyabilmeye çalışıyorlardı. Böylece grevlerin yaygınlaştığı bir döneme gi­rildi.
Dönemin hükümeti ekonominin içine girdi­ği ve günden güne derinleşen bu bunalımdan 24 Ocak 1980'de açıklanan önlemler paketiyle çıkma yoluna gitti. 24 Ocak Kararları olarak adlandırılan bu önlem paketi Türkiye'nin da­ha sonraki toplumsal, siyasal ve ekonomik ya­şamını belirlemiştir.
24 Ocak Kararları'nın temel öğeleri Türk parasının yabancı paralar karşısındaki değeri­nin günlük kurlarla serbestçe belirlenmesi; dış­alımda uygulanan sınırlamaların kaldırılma­sı; işçilerin ve öbür emekçi kesimlerin ücretle­ri ile tarımsal ürünlerin taban fiyatlarındaki artışların sınırlanmasıydı. Ayrıca dolaşımdaki para denetlenerek yurtiçi talep düşürülecek, ucuz kredi, vergi iadesi gibi çeşitli kolaylıklar sağlanarak dışsatıma öncelik verilecekti. Ka­mu İktisadi Teşebbüsleri'nce üretilen malla­rın fiyatlarının yükseltilmesi ve bu kuruluşlar­dan bazılarının özelleştirilmesi de öngörülü­yordu.
Uluslararası Para Fonu'nun yönlendirme­siyle gerçekleştirilen 24 Ocak Kararları'nın yeni dış kaynaklar yaratması umuluyordu. Ayrıca bu kararlarla korumacılığa dayanan ve dış pazarlarda etkin olmayan bir sanayi yerine, dünya fiyatlarıyla rekabete girebilecek ve gi­derek korumaya gerek duymayacak bir üre­tim yapısı hedefleniyordu.
Ekonomik bunalımın temel öğelerinden bi­ri olan dış ticaret açığını gidermeyi amaçlayan 24 Ocak Kararları dışsatımın artırılmasına çok önem vermekteydi. Bu doğrultuda bir di­zi ekonomik önlemin ve dışsatımı özendirici uygulamaların yanı sıra dışa açık, dışsatıma yönelik yeni bir sanayileşmeye de gidilmek is­teniyordu. Ücretlerin düzeyi bu yeni sanayi­leşme açısından önem taşımaktaydı. Sermaye çevreleri Türkiye'nin yüksek ücretlerle dış pa­zarlarda rekabet edemeyeceğini öne sürmek­teydi. Ayrıca sağlanacak düşük ücret düzeyi ülkeye çekilmek istenen yabancı sermayenin gözünde Türkiye'yi daha çekici kılacaktı.
1980 Sonrası. 12 Eylül 1980'de gerçekleşti­rilen askeri müdahale grev, toplusözleşme ve sendikal etkinlikleri yasaklarken, temel hak ve özgürlükleri de sınırladı. Bu ortam 24 Ocak Kararları'nın uygulanmasını kolaylaştırdı. Enflasyonda büyük bir düşüş sağlandı. Dışsa­tım hızlı bir biçimde arttı. Ama dışalımın ser­best bırakılması dış ticaret açığının sürekli bü­yümesine yol açtı. Ekonomik büyüme önemli ölçüde dış kaynaklara dayandırıldığı için dış borçlarda büyük artışlar oldu. Enflasyon 1985'ten sonra yeniden hızla tırmanmaya baş­ladı. 1986'dan sonra üst üste gelen seçimlerde uygulanan seçim ekonomileri enflasyonun yükselmesinde ve süreklilik kazanmasında önemli bir etmendi.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder