Ana Sayfa Bilgi Bankası

14 Aralık 2010 Salı

Solunum ? Gelişmiş Hayvanlarda Solunum ?Dış Solunum ? İç Solunum ? Dış Solunum ?Alınan Oksijen Miktarı ? Solunum Hızı ?

En basit tanımıyla,bir canlının oksijen alıp karbondioksit vermesidir.bitkiler ve hayvanlar oksijen olmadan yaşayamaz.Çünkü yaşamın temeli olan bütün biyokimya­sal süreçler için enerji gerekir; bu enerjinin kaynağı da hücrelerde depolanmış olan besin­lerin yanması, yani oksijenle birleşerek parçalanmasıdır. Bu parçalanma sırasında, besin moleküllerinde bağlı olan kimyasal enerji serbest kalarak açığa çıkar. Bu olay, tıpkı yanan bir odun parçasının ısı ve ışık yayması gibi enerji veren bir tepkimedir. Demek ki, solunumu yalnızca oksijen-karbon dioksit alışverişi olarak değil, bitkilerin ve hayvanla­rın temel enerji kaynağı olan daha karmaşık bir süreç olarak düşünmek gerekir. Canlı ile dış ortam arasında gaz alışverişini sağlayan soluma ya da soluk alıp verme bu sürecin yalnızca bir aşamasıdır; öbür aşaması ise alınan oksijenin bütün hücrelere taşınmasını ve hücrelerdeki bir dizi tepkime sonucunda, besinlerde depolanmış olan enerjinin açığa çıkmasını içerir. Vücuttaki her hücre yaşam süreçlerinde bu enerjiyi kullanacağından, ok­sijensiz kalan hücreler hemen ölür.
Karbonhidratlar, yağlar ve proteinler gibi besin maddeleri karbon ve hidrojen atomları içerdiği için, bu bileşikler ile oksijen arasında­ki tepkime sonucunda su ve karbon dioksit oluşur. Su bütün canlılar için gereklidir; ama karbon dioksidin dokularda birikerek belirli bir düzeyi aşması zehirlenmeye yol açabilir. Bu yüzden solunumun son aşamasında, hüc­relerde oluşan karbon dioksidin vücuttan dışarı atılması gerekir.
En basit canlılarda bile solunuma rastlanır; ama bu işleve uyarlanmış özel solunum siste­mi yalnızca insana ve gelişmiş hayvanlara özgüdür. Örneğin insanın solunum sistemi, akciğerler gibi solunum organları ile temiz havanın akciğerlere dolmasını ve kirlenmiş havanın aynı yoldan dışarı atılmasını sağlayan burun, boğaz ve soluk borusu gibi solunum yollarından oluşur.
bu kadar ince olmayan deriden oksijen yete­rince emilemez; emilse bile, büyük boyut­lardaki gövdenin her yanma kendi kendine ulaşması olanaksızdır. Bu yüzden, oksijeni solunum organlarından alıp vücudun bütün hücrelerine taşıma görevini kan dediğimiz özel bir sıvı üstlenir. Örneğin yersolucanların- da, deri yoluyla alman oksijen kana karışarak bütün öbür hücrelere taşınır; hücrelerden alman karbon dioksit de gene kan aracılığıyla deriye ulaştırılarak buradan dışarı atılır.
Böceklerin ve örümceklerin gövdesi ise oldukça sert ve sağlam bir kabukla örtülüdür. Bu koruyucu örtü tehlikelere ya da saldırılara karşı bir kalkan ödevi görür, ama ne yazık ki oksijenin deri yoluyla vücuda girmesini de engeller. Bu nedenle gövdelerinin her yanın­da, özellikle karın bölgesinde çok sayıda soluk deliği bulunur. Bu küçük deliklerden her biri trake denen bir soluk borusunun dışarıya açılan penceresidir. Bu borular göv­denin içinde dallanarak bütün dokulara uza­nır. Böylece, deliklerden giren hava trakeler­den geçerken, içindeki oksijen bu borunun duvarlarından emilerek dokulara alınır; kar­bon dioksit de ters yönü izleyerek dışarı atılır.
Balıklar, yumuşakçalar ve kabuklular gibi suda yaşayan hayvanlarda solungaç denen özel solunum organları bulunur. Balıkların solungaçları genellikle iki yay arasına gerilmiş saçak saçak ipliklerden ve kan damarlarından oluşan, sık dişli bir tarağı andırır. Bu bir çift organ hayvanın yutak boşluğuna yerleşmiş ve başın iki yanındaki solungaç kapaklanyla dıştan gizlenmiştir. Balık suyu ağzıyla alır ve solungaçlarından geçirerek dışarı atar. Solun- gaçlardaki kan damarlan, suda çözünmüş olan oksijeni emip kandaki karbon dioksidi suya verir. Böylece kan bütün vücuda pompa­lanırken, taşıdığı oksijeni de dokulara bırakır.
Kurbağalar ise hem deri, hem akciğer solunumu yapabilen ilginç hayvanlardır. Ok­sijenin deri yoluyla alınabilmesi için derinin sürekli nemli olması gerekir; bu yüzden kur­bağalar daha çok su kıyılarında yaşarlar. Oysa akciğerleri de oldukça gelişmiştir. Soluk alır­ken çenelerinin altındaki kesecik balon gibi şişerek içindeki havayı akciğerlere gönderir; soluk verirken de bu kez akciğerlerden gelen hava keseye dolarak dışarı atılır.

Gelişmiş Hayvanlarda Solunum
Kuşlann ve bütün memelilerin solunum siste­mi insanınkiyle hemen hemen aynıdır. Hava genellikle burundan girer, boğazın üst bölü­mündeki yutaktan geçip soluk borusuna iner ve akciğerlere ulaşır. Havadaki oksijenin kana geçip, kandaki karbon dioksidin havaya geri verilmesi akciğerlerde gerçekleşir. Böyle­ce, karbon dioksit yüklenmiş olan hava aynı yollardan geçerek dışarı atılır.
Soluk alırken akciğerlere dolan havada yaklaşık yüzde 20 oksijen ve çok düşük oranda karbon dioksit vardır. Verdiğimiz solukta ise oksijen oranı yüzde 16'ya düşmüş, buna karşılık karbon dioksit oranı yüzde 4'ü bulmuştur. Ayrıca, akciğerlerin nemli orta­mından geçerken bol miktarda su buharı yüklenmiştir. Soğuk havalarda, soluğumuzda- ki bu su buharı havayla karşılaştığı anda yoğunlaşarak minik su damlacıklarına dönü­şür. Kışın soluk verirken ağzımızdan "buhar" çıkmasının nedeni budur.Bütün bu solunum süreci, dış ve iç solunum olarak iki ayrı bölümde incelenebilir.
Dış Solunum
Dış solunum tam anlamıyla "soluma" dediği­miz olaydır ve iki aşamada gerçekleşir. Bu aşamalardan ilki soluk alma ya da havanın akciğerlere çekilmesi, öbürü de soluk verme ya da akciğerlerdeki havanın dışarı atılma­sıdır.Hem ağzımızdan, hem burnumuzdan soluk alabiliriz; ama burun bu iş için daha uygun­dur. Çünkü, burnun içini döşeyen zarın (mukozanın) hemen altındaki kan damarları içeri giren havanın ısınmasını sağlar. Burnun içindeki küçük salgıbezlerince üretilen ve bu zarı kaplayan sümüksü salgı da hem soludu­ğumuz havayı nemlendirir, hem de havayla birlikte giren mikropları tutar. Ayrıca burnun içinde, havaya karışmış ince toz ve kum parçacıklarını engelleyen ince kıllar vardır. Kısacası, burundan geçen hava ısınmış, nem­lenmiş ve süzülmüş olarak akciğerlere ulaşa­cağından bu organların sağlığını tehlikeye atmaz.
Ağız, solunum sisteminin bir parçası olma­dığı için, bütün bu görevleri yerine getiremez. Gene de, grip ya da soğuk algınlığı nedeniyle burnumuz tıkalı olduğu zaman ağzımızdan soluk almak zorunda kalırız. Uyurken ağız­dan soluk alıp vermenin bir sakıncası da horlamadır; bu gürültülü ses, küçükdilin ve yumuşak damağın havayla titreşmesinden kaynaklanır.
İç Solunum
Burundan ya da ağızdan giren hava, boğazın hemen başlangıcındaki yutak denen bölüme gelir. Yutak, boyuna doğru inerken iki boru­ya ayrılır. Bunlardan biri akciğerlere giden soluk borusu, öbürü de mideye giden yemek borusu' dur.
Yiyecekler de başlangıçta havayla aynı yolu izleyerek yutaktan geçtiği için, lokmaların yemek borusu yerine yanlışlıkla soluk borusu­na kaçması boğulma tehlikesi yaratabilir. Bu nedenle, gırtlak kapağı (epiglot) denen kü­çük, kıkırdaksı bir doku parçası yutkunduğu­muz zaman soluk borusunun üst ucunu örte­rek bu tehlikeyi önler. Burnunuzu kapatıp ağzınızdan soluk alırken yutkunmaya başlar­sanız, soluk borunuzun tepesinin kapandığını ve yutkunduğunuz sürece solunumun bir iki saniye kadar kesintiye uğradığını hissedebilir­siniz.
Soluk borusunun üst bölümü, gırtlak denen önemli bir ses organıdır. Konuşmada önemli rol oynayan bu organ daha ileride ayrıntılı olarak anlatılacaktır.
Soluk borusu, boğazdan göğse doğru inen, kıkırdaktan yapılmış bir borudur. Üst üste eklenmiş C biçimindeki bu kıkırdak parçalan soluk borusunun hem sürekli açık kalmasını, hem de kolayca bükülmesini sağlar. Borunun içini döşeyen zar da toz parçacıklarını ve mikroplan tutan özel bir sümüksü madde salgılar. Bu salgı, zann üzerindeki incecik tüycüklerin hareketiyle yukanya, gırtlağa doğru itilir ve öksürükle gırtlaktan atılıp yemek borusuna gönderilerek yutulur. Sesi­mizi netleştirmek için yaptığımız "boğaz te­mizleme" hareketinin amacı işte budur.
Soluk borusu, göğüs boşluğunun üst bölü­münde bronş denen iki kola ayrılır. Bu kollardan biri sağ, öbürü sol akciğerlere girer. Burada yeniden birçok kez dallandığı için giderek incelir ve sonunda kıl kadar ince kanalcıklara (bronşçuklara) dönüşür. Bu ka­nalcıklar da alveol denen son derece küçük hava keseciklerine açılır. Akciğerlerin sün- gersi yapısını oluşturan işte bu hava kesecikle­ri, bronşçuklar, kan damarlan ağı ve hepsini bir arada tutan bağdokudur.
Kalpten çıkan akciğer atardaman da tıpkı soluk borusu gibi önce iki kola aynlır. Bu kollardan her biri akciğerlerden birine girer ve kıl gibi inçelinceye kadar dallanır. Ancak mikroskopla görülebilen bu kılcal damarlar akciğerdeki bütün alveollerin çevresini bir ağ gibi kuşatır. Bronşçuklardan gelip alveollerin içine dolan havanın oksijeni, bu keseciklerin son derece ince ve nemli olan zannı aşıp kılcal damarlara geçer. Bu arada kandaki karbon dioksit de kılcal damarlardan âlveollere geçe­rek bu keseciklerin içindeki havaya karışmıştır. Böylece oksijenlenen kan akciğer toplar­damarları aracılığıyla kalbe dönüp buradan bütün vücuda pompalanırken, alveollerdeki hava da soluk verme sırasında önce bronşçuk­lara, sonra bronşlara ve soluk borusuna dola­rak dışarı atılır.
Nasıl Soluk Alıp Veririz
Soluk alıp vermek, çeşitli kasların rol oynadı­ğı mekanik bir olaydır. Ama bu olayda en büyük görev, akciğerlerin hemen altında kub­be biçiminde bir bölme oluşturan diyaframa düşer. Bu güçlü kas soluk aldığımız zaman kasılarak düzleşir ve akciğerlerin tabanlarını aşağıya doğru çeker. Böylece akciğerler soluk borusundan gelen havayı içine alır. Aynı andagöğüs kasları da kaburgaları yukarıya ve dışarıya doğru çektiğinden, göğüs kafesinin içinde daha çok genişleme olanağı bulan akciğerlerin hava emme kapasitesi artar.Oysa olağan bir tempoyla soluk verirken bu
kasların yardımına hiç gerek yoktur. Diyaf­ram ve göğüs kasları gevşediği anda, süngersi ve esnek yapıları sayesinde hemen büzülen akciğerler normal boyutlarına döner. Böylece içeride sıkışan hava kendiliğinden dışarı çıkar.
Bebekler doğmadan önce annelerinin ka­nındaki oksijenden yararlandıkları için akci­ğerleri büzüşmüş, düzenli solunum hareketle­ri de başlamamıştır {bak. Doğum). Doğumdan hemen sonra ilk soluğunu alan bebeğin akci­ğerleri, içlerine dolan havayla açılıp genişler; bu arada kan dolaşımı da anneden bağımsız duruma geldiği için, bol miktarda kan oksijen yüklenmek üzere akciğerlere pompalanır.
Solunum, ölüm anına kadar aralıksız süren bir yaşam sürecidir. Nitekim solunumun dur­ması bir ölüm belirtisi olarak kabul edilir. Oysa vücut oksijen almadan da bir iki dakika kadar yaşayabilir. Bu nedenle, suda boğulan­lara ya da soluk borusu tıkandığı için solunu­mu duranlara uygulanacak yapay solunum, ölmek üzere olan kişinin yaşamını kurtarabi­lir. "Hayat öpücüğü" denen ağızdan ağza yapay solunumda, ilk yardımı yapan kişi kaza geçiren kişinin ağzına kendi soluğunu üfler. Gerçi akciğerlerden dışarı atılan bu havada ancak yüzde 16 oranında oksijen vardır, ama bu bile ölmek üzere olan kişinin kendi solunu­mu başlayıncaya kadar yaşamını sürdürmesi­ne yeterli olur.
Alınan Oksijen Miktarı
Ortalama yaş ve kilodaki sağlıklı bir insan de­rin bir soluk aldığında her iki akciğerindeki havanın toplam hacmi 6.000 cm3'ü bulur. So­luk verildiğinde akciğerlerdeki havanın tü­müyle boşaldığı sanılır. Oysa sakin ve rahat bir biçimde oturan, dinlenme halindeki bir in­san akciğerlerine yaklaşık 500 cm3 hava alır ve soluk verdiğinde aynı hacimde havayı dışarı atar. Ama akciğerlerde gene de 3.000 cm3 ka­dar hava kalır. İnsan kendini ne kadar zorlar- sa zorlasın, akciğerlerinde kalan havayı 1.500 cm3'ün altına düşüremez.
Bir insanın derin bir soluk vererek dışarı atabileceği en fazla hava hacmi "yaşam kapa­sitesi" olarak adlandırılır ve spirometre denen bir aygıtla ölçülür. Çocukların yaşam kapasi­tesi genellikle 2.000 cm3 dolayında, yetişkinlerinki ise 3.000-4.000 cm3 kadardır. Bu değer erkeklerde kadınlardakinden biraz daha faz­ladır. Yaşam kapasitesinin ölçülmesi çeşitli akciğer ve solunum hastalıklarının tanısında doktorlara çok yardımcı olur.
Yeni doğmuş bir bebek dakikada 60 kez soluk alıp verir. Daha büyük bebeklerde solunum ritmi dakikada 40'a, yetişkinlerde ise yaklaşık 15-20'ye düşer. Uykudayken vücuttaki bütün yaşam süreçleri yavaşladığı için hücrelerin ok­sijen gereksinimi de daha azdır. Bu nedenle uyuyan bir insanın soluk alıp verişi daha yavaş ve düzenli olmaya başlar.
Değişik türden hayvanların solunum hızı farklı olmakla birlikte, genel olarak küçük ya­pılı hayvanlar iri hayvanlardan daha sık solur­lar. Örneğin, dinlenme halindeki bir fare da­kikada 100-200, serçe 90, kedi 20-30, köpek 15-20, at ve fil ise 5-6 kez soluk alıp verir.
Vücut hareket halindeyken oksijen gereksi­nimi arttığı için, soluk alıp verme ritmi de bu­na bağlı olarak hızlanır. Örneğin yanşa katı­lan bir atlet koşunun başlangıcında daha derin soluk alır. Bir süre sonra soluklan giderek sıklaşır ve burundan giren hava artık kendisi­ne yetmediği için ağzından da soluk almaya başlar. Yarışın sonlarında iyice soluk soluğa kalmış ve dakikadaki solunum sayısı 30'a, hatta 40'a yükselmiştir.
Sporcular, karşılaşmaların ya da yarışların yapılacağı yeni bir mevsime hazırlanırken antrenmanlara başladıkları için vücutları gi­derek daha az oksijenle daha çok hareket yapmaya alışır. Bu nedenle, düzenli çalışan bir sporcuda soluk soluğa kalmak ya da soluk darlığı çekmek gibi sorunlara daha az rast­lanır.
Buna benzer sorunlar dağcılar için de söz konusudur. Yaklaşık 1.500 metrenin üstünde­ki yükseltilerde havanın yoğunluğu ve oksijen oranı azaldığı için, böyle bir tırmanışta ağır ağır yürümek bile insanı soluksuz bırakabilir. Ama bu yükseklikte yaşayan ya da uzun süre kalan kişiler zamanla ortamın koşullanna uyum sağlayarak seyreltik havayla solunum yapmaya alışırlar. Örneğin daha çok oksijen yüklenip dokulara taşıyabilmek için kandaki alyuvarların sayısı artar.
Solunumda görev alan bütün organların ve bütün bu sürecin eşgüdümü, beyin sapındaki solunum merkezi'nin denetimindedir. Bu merkez, kandaki oksijen ve kar­bon dioksit oranını sürekli olarak denetler. Karbon dioksit oranının artması çok daha cid­di bir tehlike yaratacağı için, böyle durumlar­da solunum merkezi, birikmiş karbon dioksit akciğerlerden atılıncaya kadar diyaframı ve göğüs kaslarını her an uyararak çalışmalarını düzenler.
Genellikle soluk alıp vermek için düşünme­miz gerekmez; her şey solunum merkezinin denetiminde kendiliğinden olup biter. Ama istediğimiz anda, örneğin ıslık çalarken ya da balon şişirirken solunum ritmimizi değiştire­biliriz. Üstelik kısa bir süre, hatta bu konuda çalışarak deneyim kazandıktan sonra birkaç dakika kadar soluğumuzu tutabiliriz. Ama vücudun korunma mekanizması uzun süre so­luksuz kalmamıza kesinlikle izin vermez. Ana babalar bazen katılıncaya kadar ağlayan be­beklerinin soluksuz kalıp boğulacağını sana­rak kaygılanırlar. Oysa bir insan bütün irade­sini zorlayarak morarıncaya kadar soluğunu tutsa bile boğulmaz; yalnızca bayılır ve hemen o anda solunum yeniden başlar.
Soluk alıp vermek, bu temel ve yaşamsal amacın ötesinde, konuşmaya da yardımcı olur.Soluk borusunun üst bölümünde yer alan gırtlak insanın en önemli ses organıdır. İçi boş bir silindiri andıran bu organın ön duvarında­ki küçük ve sert kıkırdak çıkıntısı, boynun önünde dıştan bile fark edilen âdemelmasını oluşturur. Âdemelmasının hemen arka­sında, soluk borusunun üst bölümünde karşı­lıklı olarak yerleşmiş iki tane doku kıvrımı vardır. Lastik şeritleri andıran bu kıvrımlara ses telleri denir. Akciğerlerden gelen hava ses tellerinin arasından geçer; ama normal ko­numdayken gevşek duran bu telleri titreştir­mediği için, soluk alıp verirken gırtlaktan ses çıkmaz. Ses tellerini gererek titreşebilir duru­ma getiren boğazımızdaki kaslardır. Konuş­mak ya da şarkı söylemek istediğimizde bu kaslar ses tellerini belirli aralıklarla gerip ser­best bırakır; gerili durumdayken havanın
çarpmasıyla değişik biçimlerde titreşen telle­rin çıkardığı bu sesler konuşmanın temel ses­lerini oluşturur.
Ses tellerinin çıkardığı sesler oldukça zayıf ve tekdüzedir. Bu seslerin "biçimlenmesinde ağız hareketlerine önemli görevler düşer. Bir aynanın önünde durup yavaş yavaş konuşur­sanız, değişik sesleri çıkarmak için dudakla­rın, dilin, dişlerin ve yanakların nasıl değişik konumlar aldığını gözleyebilirsiniz. Örneğin yalnızca dudaklarınızın arasındaki açıklığı ge­nişletip daraltmakla bile "aaaa" ya da "oooo" gibi iki ayrı sesi çıkarabilirsiniz.
Bunlardan başka, kafatasının içindeki hava dolu boşluklar {sinüsler) ve burun da konuş­maya yardımcı olur. Burun boşluğundaki ve sinüslerdeki hava konuşma sırasında titreşe­rek hem sesin şiddetini artırır, hem de sese kendine özgü tınısını kazandırır. Parmakları­nızla iki yandan bastırarak burnunuzu kapatıp konuşursanız, sesiniz neredeyse tanınmaya­cak kadar değişik çıkar. Soğuk algınlığı nede­niyle burun ve sinüsler tıkalı olduğu zaman da aynı şey olur.
Solunum Sistemi Hastalıkları
Görevleri nedeniyle her an havadaki mikrop­larla karşı karşıya olan solunum organlarının bazı bulaşıcı hastalıklara yakalanma olasılığı çok yüksektir. Kuşkusuz bu hastalıkların ba­şında virüslerin yol açtığı soğuk algınlığı gelir. Solunum yollarına yerleşen virüslerin etkisiy­le, burnun ve boğazın iç yüzeylerini kaplayan mukoza şişer ve her zamankinden çok sümük salgıladığı için burun tıkanır. Grip de soğuk algınlığıyla hemen hemen aynı belirtileri ve­rir, ama çok daha ağır ve sarsıcı bir hastalık­tır. Yüksek ateş, halsizlik, öksürük, baş ve kas ağrılarıyla kendini gösteren şiddetli bir gribin tam anlamıyla geçmesi bazen haftalar­ca sürebilir.
Bazen solunum yollarını tutan mikropların sinüslere de bulaşmasıyla, bu boşlukların içini döşeyen mukoza iltihaplanarak şişer. Sinüzit denen bu hastalık genellikle bir soğuk algınlı­ğından sonra başlar. Sümüksü salgı alında, yanaklarda, burnun üstünde ve arkasında bu­lunan sinüslerin içinde birikir. Sinüslerin bu koyu kıvamlı salgıyla dolarak tıkanması çok ağrı verici bir durumdur. Hastayı rahatlatmak için sümüksü salgıyı sulandıran ilaçlar kullanı­larak sinüslerin boşalması sağlanır.
Boğazın gerisinde, yutak duvarına yerleş­miş olan bademciklerin iltihaplanması özellik­le çocukluk çağında çok sık görülen bir solu­num yolu hastalığıdır. Öbür solunum yolları­nın iltihaplanması da larenjit (gırtlak iltihabı) ve farenjit (yutak iltihabı) gibi hastalıklara yol açar. Bu hastalıkların hepsi genellikle bakte­rilerden ileri gelir ve boğaz ağnsı, ses kısıklı­ğı, konuşma ve yutkunma güçlüğü gibi belirti­ler verir.
Bronşit de akciğerlerdeki hava kanallarını tutan, genellikle mikrobik bir hastalıktır. Bronşların içini döşeyen mukoza iltihaplanıp şiştiği için bu hava kanalları daralır ve sümük­sü salgıyla dolarak tıkanır. Bu da öksürüğe ve solunum güçlüğüne yol açar. Sigara alışkanlı­ğı da inatçı öksürük nöbetlerinin, hatta bazen akciğer kanserinin başlıca sorumlusudur.
Astımda da akciğerlerdeki hava borucukları daraldığı için hasta soluk darlığından yakı­nır; amja bu hastalığın nedeni mikroplar değil, vücudun bazı maddelere karşı gösterdiği aler­ji tepkileridir.
Zatülcenp, akciğerlerin dış yüzünü saran zarın (plevranın) iltihaplanmasıdır ve soluk alıp verirken göğse bıçak gibi saplanan çok keskin bir ağrıyla tanınır. Çok değişik mik­roplardan ileri gelen ve hastalık etkenine bağ­lı olarak değişik belirtiler veren zatürree ise, başka bir hastalığın varlığı sırasında ortaya çı­karsa öldürücü olabilir.
Solunum sisteminin en önemli hastalıkla­rından biri de veremdir. Bir zamanlar en yay­gın ölüm nedenlerinden biri olan bu hastalık, bugün gelişmiş ülkelerde erken tanı koymak koşuluyla akciğerlere çok büyük zarar verme­den tedavi edilebiliyor. Ama yoksul ülkelerde hâlâ çok yaygın ve ölümcül bir hastalıktır.
Günlük Sorunlar
Vücut, olağan koşullarda solunum yollarını tı­kayan küçük engellerle başa çıkabilir. Burun tıkalı olduğunda, akciğerlerden büyük bir ba­sınçla gelen hava bu tıkanıklığı açmak için ak­sırık ya da hapşırık biçiminde burundan dışarı püskürtülür. Boğazda bir tıkanıklık söz konusu,olduğunda da basınçlı hava bu kez öksürük biçiminde ağızdan dışarı çıkar. 
Bazen çocukların soluk borusuna, hatta ak- ciğerlerindeki hava borucuklarına yabana bir cisim kaçabilir. Özellikle küçük çocuklar, pa­ra, düğme, fıstık, bilye gibi sert ve küçük ci­simleri ağızlarına götürme alışkanlığındadırlar. Eğer soluk borusuna kaçan cisim büyükse havanın geçişini engelleyerek boğulmaya ne­den olabilir. Yutulan cisim küçükse, soluk bo­rusundan geçerek akciğerlere ineceği için bu organda iltihaplanmaya yol açabilir. Bu yüz­den, solunum yollarına kaçan yabancı cisimle­rin mutlaka çıkarılması gerekir. Cismin bu­lunduğu yer X ışınlarıyla (röntgenle) saptan­dıktan sonra, sonda denen ince, uzun ve es­nek bir boru ağızdan sokularak akciğerlere kadar itilir. Bir ışık kaynağı eklenmiş olan bu borunun ucunda küçücük, pense gibi bir kıs­kaç vardır. Bronşları tıkayan yabancı cisim bu kıskaçla tutulur ve dokuları örselemeden ya­vaşça çekip çıkarılır.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder