Ana Sayfa Bilgi Bankası

14 Aralık 2010 Salı

Sinema ? İlk Sinemalar ?Sinema Sanayisinin Gelişimi?Ses&sinemanın Doğuşu?

Sinema sanatı 20. yüzyılda geliş­miş, kendinden önce yaygınlık kazanmış bu­lunan resim, heykel, müzik, mimarlık gibi çeşitli sanat dallarına dayalı, büyük teknik beceri gerektiren karmaşık bir sanattır. İzleyi­ciyi, karartılmış bir salonda perdeden yansı­yan kendi somut gerçekliğiyle etkiler.Saydam bir film şeridi üzerindeki görüntü­ler ışığın yardımıyla bir perdenin üzerine art arda düşürüldüğünde, gözümüz bu görüntüle­ri hareket ediyormuş gibi algılar. Bunun nedeni beynin, gözün ağtabakası üzerine dü­şen görüntüyü, görüntü yok olduktan sonra kısa bir süre daha saklamasıdır. Ağtabakada- ki yansıma gerçekte göründüğü süreden daha uzun bir süre algılandığından, bir cismin görüntüsü kaybolmadan öbür cismin görüntü­sü ağtabakaya düşerse, film karelerinden göze yansıyan her görüntü birbirinin devamı olarak, yani hareket ediyormuş gibi görünür. Bu beynin yarattığı görsel bir hareket yanılsamasıdır. Sinema, bir olayı ya da öyküyü bu yöntemle anlatmaya dayanan görsel bir sanat dalıdır.
Görüntülerin kaydedildiği film şeridi say­dam bir madde olan selüloitten yapılmıştır.Görüntüler filmin üze­rine sinema kamerasıyla (film çekme makine­si) kaydedilir. Gösterim sırasında bunlar pro­jeksiyon makinesiyle hareketli görüntüler bi­çiminde perdenin üzerine yansıtılır. Filmi çekilecek cisimden yansıyan ışık kameranın merceğinden geçerek, filmin ışığa duyarlı yüzeyindeki kimyasal maddeleri değişikliğe uğratır ve görüntü oluşturur. Hazırlanan film laboratuvarda çeşitli işlemlerden geçirildikten sonra gösterime hazır duruma gelir. Bir film makarasına sarılarak projeksiyon makinesine takılır. Makara belirli bir hızla dönerken, projeksiyon makinesinden çıkan ışık filmi aydınlatarak, hareketli görüntüler biçiminde perdenin üzerine yansıtır.
Selüloit sağlam ve esnek bir madde olduğu için makaralara ve makinelere kolaylıkla sarı­lıp takılabilir. Çekim sonrasında birleştirme (montaj) aşamasında istenmeyen görüntüler kesilip çıkarılarak, kalan bölümler özel bir tutkalla ya da yapıştırıcı saydam bir bantla birleştirilebilir. Aynı zamanda ışığa son dere­ce duyarlı olduğundan üzerindeki görüntüler net bir biçimde ve istendiği kadar büyütüle­bilir.
Sinemada, 7,5-300 metre uzunluğunda, 70. 35, 16 ve 8 mm eninde film şeritleri kul­lanılır. Film şeridinin kenarlarında düzgün aralıklarla sıralanmış delikler vardır. Bu de­likler film şeridinin kamera makarasına ya da projeksiyon makinesinin dişlilerine sağlam bir biçimde sarılmasını, kaymadan dönmesini ve görüntülerin eşit aralıklarla yansımasını sağ­lar. Hareketli görüntüler elde etmek için gösterim sırasında filmin belirli ve değişmez bir hızla ilerlemesi gerekir. 35 milimetrelik profesyonel filmler her görüntü karesi için dört delik, 16 milimetrelik ve amatör filmler bir delik ilerler. Sesli filmlerde ekrandan
saniyede 24, sessiz filmlerde 16 görüntü karesi geçer. Sessiz filmler bugünkü gelişmiş aygıt­larla gösterildiğinde figürlerin çok hızlı hare­ket etmeleri bu yüzdendir.
 Film çekme aygıtı olan kamera, fotoğraf makinesi ile aynı ilkelere dayanarak çalışır. Ama fotoğraf makinesinden en önemli farkı görüntüleri belli zaman aralıklarıyla ve son derece hızlı bir biçimde film şeridinin üzerine kaydetmesidir. Kullanılan film şeridine göre sinema kameralarının başlıca 70 milimetrelik, 35 milimetrelik, 16 milimetrelik ve 8 milimet­relik türleri vardır. 70 milimetrelik kameralar
büyük ve görkemli görüntüler elde etmek için, 16 milimetrelik hafif kameralar bazı özel çekimlerde ve belgesel filmlerde, 8 milimetrelik kameralar amatörlerce kullanılır. Sinema filmleri genellikle 35 milimetrelik kameralarla çekilir.
Lumiere Kardeşler'in hem alıcı, hem de gösterici olan sinematografından bu yana kameralar önemli değişiklikler geçirdi. Gös­terici ve alıcı birbirinden ayrıldı, boyutları küçültüldü ve daha kullanışlı duruma getiril­di. Elle çalışan kameraların yerini motorla çalışan kameralar aldı.
Motor gürültüsünü önleyen bir sistem ekle­nerek görüntüyle birlikte sesi de kaydeden sesli kameralar geliştirildi. Bugün kullanılan 35 milimetrelik kamera hareketli görüntü için saniyede 24 kare çeker. Bu hız artırılarak ya da azaltılarak hareketin hızlı ya da yavaş olması sağlanır.Gösterim sırasında projeksiyon makinesi­nin obtüratörü film karelerinin arasında kapa­nır ve ışığı keser. Ama bu o kadar hızlı bir biçimde olur ki, gözümüz hareketlerin aslında kesintili olduğunu ayırt edemez.

Film Başlıyor
Beynin yarattığı görsel hareket yanılsaması fotoğrafın bulunmasından daha önce de bili­niyordu. 1824'te İngiliz fizikçi Peter Mark Roget'ın yayımladığı "The Persistence of Visi­on With Regard To Moving Objects" ("Hare­ketli Cisimlere ilişkin Olarak Görüntünün Sürekliliği") adlı kuramsal çalışma, birçok mucidin ilgisini çekti. Her sayfasına resim çizilmiş bir kitabın sayfalan hızla çevrildiğin­de görüntülerin kesintisiz bir biçimde hareket ediyormuş gibi görünmesi ve buna benzer birçok basit deney Roget'ın kuramını doğru­luyordu. Çeşitli ülkelerde birçok mucit bu kuramdan hareketle birbirine yakın zaman­larda benzer aygıtlar geliştirmişti. Bu bakım­dan sinema kamerası ve projeksiyon makinesi gibi aygıtların ilk önce nerede ve nasıl ortaya çıktığını kesin olarak söylemek güçtür. 1830'lardan başlayarak zootrop, taumatrop, fasmatrop, fenakistiskop ve praksirıoskop ad­larıyla bilinen çeşitli aygıtlar geliştirildi. 1882'de Fransız fizyolog Ğtienne-Jules Marey kuşların uçuşunu saptamak amacıyla saniyede 12 fotoğraf çekebilen, "fotoğraf tüfeği" adını verdiği bir aygıt geliştirdi. 1887'de ABD'li Hannibal Goodwin fotoğraf çekiminde ilk kez selüloit film kullandı. Ardından New York'ta George Eastman makaraya sanlı selüloit film üretimine başladı. 1888'de Thomas Alva Edi­son üzerine ses kaydedilen mum silindirli fonograf ı, daha sonra da ses ve görüntüyü birleştirmek amacıyla yardımcısı William Dickson'la birlikte kameranın ilk biçimi sayı­lan kinetografı geliştirdi {bak. edıson, Thomas Alva). Film şeridi üzerine saniyede 40 görün­tü kaydeden kinetograf, ABİD'de ve Avrupa' da hızla yaygınlık kazandı. Edison 1896'da, kinetoskop adını verdiği bir gösterim aygıtıyla 15 metrelik bir film şeridinin üzerindeki görüntüleri kesintisiz olarak art arda yansıt­mayı başardı. Ne var ki, bu aygıt gözlerini iki deliğe dayayan tek bir izleyici tarafından kullanılabiliyordu. Kinetoskopla filmin üze­rindeki görüntüler art arda izlenebilmekle birlikte, hareketler kesintiliydi. Bunun nede­ni her görüntü karesinin yeterince uzun bir süre ışıklandırılamamasıydı.
Paris'te kinetoskopu gören Fransız Louis (1864-1948) ve Auguste (1862-1954) Lumiere kardeşler geliştirdikleri sinematograf adlı ay­gıtla ilk kez hareketli görüntü elde ettiler. Bu olay sinemanın doğuşunu müjdeleyen en önemli gelişmeydi. Sinematograf elle çalıştırı­labiliyor ve yaklaşık 10 kilogramlık ağırlığı sayesinde istenen yere taşınabiliyordu. Filmin düzenli ve kesikli ilerleyişini sağlayan ve bugün de hâlâ kullanılmakta olan tırnaklı bir düzeneği vardı. Lumiere Kardeşler halka açık ilk film gösterimlerini 1895'te Paris'te, Capucines Bulvan'ndaki Grand Cafe'de gerçekleş­tirdiler. Sinematograf hem film çeken, hem de gösteren bir aygıt olduğu için ancak 15 metrelik film şeridi alabiliyordu. Bu yüzden ilk filmleri oldukça kısaydı (yaklaşık 45 sani­ye). Filmler iskambil oynayanlar, bir demirci­nin çalışması, askerlerin yürüyüşü ya da bir bebeğin beslenmesi gibi günlük yaşamdan alınmış görüntülerden oluşuyordu. Lumiere Kardeşler Lumiere Fabrikası'ndan Çıkan İşçi­ler (la Sortie des ouvriers de l'usine Lumiere) adlı filmlerini Lyon'daki fabrikalarında, bir öğle tatili sırasında çekmişlerdi. Bir söylentiye göre Ciotat Gan'na Bir Trenin Girişi (l'Arri- vee d'un train en gare de la Ciotat) adlı filmin gösterimi sırasında, kameraya doğru hızla yaklaşan tren görüntüsü izleyicileri dehşete düşürmüştü. Sonraları kısa komediler, haber filmleri ve belgeseller de çektiler.
(1861-1938) başladı. Bilimkurgu sinemasının da öncüsü sayılan Melies, aynı zamanda "film hileleri" 1861-1938) başladı. Bilimkurgu sinemasının da öncüsü sayılan Melies, aynı zamanda "film hileleri" kullanan ilk sinemacıydı. Melies'nin filmlerinde kamera aynı noktada duruyor ve öyküyü tiyatro sahnesindeymiş gibi görüntü- lüyordu. Melies 1900'lerin başlarında aralarında Ay'a Seyahat (le Voyage dans la Lune 1902)Uzayda Yolculuk (le Voyage â travers l'impossible; 1904) gibi bilimkurgu filmlerinin de bulunduğu yaklaşık 1.500 kısa film çek­mişti.
 Sinema başlangıçta ilginç bir deney ya da basit bir eğlence türü olarak görülüyordu. İlk film gösterimleri genellikle laboratuvarlarda ya da evlerde, birkaç kişilik toplantılarda yapılıyordu. Hızla artan ilgi karşısında daha geniş salonlarda halka açık paralı gösteriler düzenlenmeye başlandı. Kısa zamanda yaygın bir eğlence aracına dönüşen sinema, 20. yüzyılın başlarında önemli bir ticaret ve sana­yi dalı durumuna geldi. Film pazarı önceleri Fransızlar'ın elindeydi. Sonradan ABD'de kurulan yapımcı şirketlerin eline geçti. Halka açık ilk kısa filmler İngiltere'de ve ABD'de müzikli tiyatro oyunları sırasında gösteriliyor­du. Sonraki yıllarda özellikle ABD'de, nikel­den yapılmış 5 sent gibi çok küçük bir parayla girilen ve yalnızca film gösterilerinin yapıldı­ğı, nickelodeon adı verilen sinema salonları hızla yaygınlaştı. O dönemde, teknik aksak­lıklar yüzünden filmler sık sık kesintiye uğrar, izleyicileri oyalamak ve salonda tutmak için büyük çaba harcanırdı.

sinemaya büyük bir öncelik tanıdılar. Teknik araçların yetersizliğine karşın çok sayıda nite­likli film yapıldı. Griffith'le birlikte çağdaş si­nemanın öncüsü sayılan Sergey Ayzenştayn' ın Potemkin Zırhlısı (1925) bunların en gü­zellerinden biridir (bak. Ayzenştayn, Sergey). Bir Yunan trajedisi gibi gelişen bu film etkile­yici çekimleri ve kurgusuyla izleyicinin solu­ğunu keser. Dönemin önde gelen yönetmen­lerinden Vsevolod İ. Pudovkin'in bir Maksim Gorki uyarlaması olan Ana (1926) filmi sessiz sinemanın başyapıtlarındandır.
Sinema Sanayisinin Gelişimi
İlk yıllarda sesi ve görüntüyü birlikte kayde­den bir aygıt yoktu, bu yüzden filmler sessiz­di. 1912'de Fransa'da film gösterileri, pikap ve yükselteç (amplifikatör) kullanılarak mü­zik eşliğinde yapılmaya başlandı. Bu yenilik­ler izleyicilerin sesli görüntüye daha çok ilgi duyduğunu ortaya koydu. Aynı dönemde ABD'li sinemacı Edvvin S. Porter'ın öncülü­ğünde, bir öyküsü olan, "konuşmalı" uzun filmler yapılmaya başlandı. Porter'ın Büyük Tren Soygunu (The Great Train Robbery,)adlı filmi soygun, kovalama ve silahlı çatışma sahneleriyle dolu, tipik bir westerridi.
(kovboy filmi). Porter bu filmde çeşitli çekim teknikleri kullandı. Bazen kamerayı hareket ettirerek, bazen de uzak ve uzun ya da yakın ve kısa çekimlerle gerçek bir canlılık ve hareketlilik sağlamayı başardı. Öyle ki, filmin bir sahnesinde kameraya doğru ateş eden kovboyun görüntüsü salonda büyük bir korku yarattı.
Konuşmalı filmlerde ses, görüntüyle eşle­nen bir plağın üzerine kaydediliyordu. Her ülke için başka dilde yeni bir plak yapmak ve sesi görüntüye yeniden eşlemek gerektiğin­den bu filmlerin maliyeti oldukça yüksekti. Bununla birlikte izleyicinin konuşmalı filmle­re gösterdiği olağanüstü ilgi, yapımcıları bu alana çekmeye yetti. Yaklaşık 1912'ye kadar 6-10 dakika süren, tek makaralık kısa filmler çekilir, izleyici komedi türündeki bu filmler­den 6-7 tanesini peş peşe izlerdi. Sonraki yıllarda birkaç makaralık uzun filmler yapıl­maya başlandı. İtalyan yönetmen Luigi Mag- gi, Pompei'nin Son Günleri (Gli ultimi giornidi Pompei; 1908) adlı filmiyle Eski Roma'mn görkemli görüntüsünü ekrana getirdi. Bir başka İtalyan yönetmenin, Enrico Guazzoni' nin çok sayıda oyuncu ve zengin dekorlarla çektiği Quo Vadisi (1912) adlı konulu, uzun filmi dünyada büyük bir hayranlık yarattı. Bu filmin hemen ardından ABD'li yapımcılar sinema izleyicisinin seveceği türden roman ve öyküleri art arda filme çekmeye, filmlerini daha yüksek fiyatlarla göstermeye başladılar. Bu filmler yaklaşık 90 dakika sürüyordu. Sinemadaki bu hızlı gelişme daha büyük ve daha rahat gösteri salonlarını gerektirdi. Av­rupa'da ve ABD'de halk arasında "düş saray­ları" adı verilen lüks ve gösterişli sinema salonları yapıldı.I. Dünya Savaşı'ndan önceki dönemde baş­ta Fransa ve İtalya olmak üzere Avrupa ülke­leri sinema alanında oldukça ileriydi. Korku, cinayet ve komedi filmleri ilk kez gene bu ül­kelerde çekildi. Oyuncularda fiziksel özellik­lerin yanı sıra oyunculuk gücü de aranmaya başlandı. Aynı yıllarda efsanevi kişilikleriyle milyonlarca insanın hayranlığını kazanan si­nema yıldızları doğdu. Ne var ki, I. Dünya Savaşı'nın başlamasıyla birlikte Avrupa sine­ması neredeyse çöküntüye uğradı, çünkü fil­min ana maddesi olan selüloit barut yapımın­da kullanılmaktaydı. Oysa, aynı dönemde ABD sineması önemli gelişmelere sahne ol­du. Bir Milletin Doğuşu (The Birth of a Nati- on; 1915) ve Hoşgörüsüzlük (Intolerance-1916) gibi filmlerle adını duyuran ABD'li yö­netmen David Griffith sinemada klasik anla­tım üslubunun öncüsü sayılır. Yeni film tek­niklerini sağduyuyla kullanan Griffith, sine­mayı salt bir eğlence aracı olmaktan çıkarıp izleyiciyi aynı zamanda düşünmeye de yönel­ten, çok yönlü bir anlatım aracına dönüştür­dü. O yıllarda ABD'de sinema alanında bü­yük bir patlama yaşandı, uzun ve yüksek ma­liyetli filmler art arda çekilmeye başlandı. Ya­lın ve doğal oyunculuğuyla uluslararası ün ka­zanan Mary Pickford, 1928'de imzaladığı yak­laşık 1 milyon dolarlık anlaşmayla "star" (yıl­dız) sisteminin başlamasına yol açtı. "Şarlo" tipinin yaratıcısı Charlie Chaplin {bak. CHAP- lin, Charlie) gibi unutulmaz sinema sanatçıla­rı doğdu.
I. Dünya Savaşı sonrasında sinemada en önemli gelişme Almanya'da gerçekleşti. 1919- 33 arasında Alman sineması altın çağını yaşa­dı. Zengin dekorlu ve kostümlü tarihsel film­lerin yanı sıra Ernst Lubitsch (1892-1947), Robert Wiene (1881-1938), Fritz Lang (1890- 1976) ve Friedrich W. Murnau'nun (1889- 1931) öncülüğünde "Alman Dışavurumculu­ğu" olarak bilinen bir akım başladı. Bu yönet­menler karakter oyuncusu yaratmayı başar­dıktan başka, ışık ve dekor kullanımındaki us- talıklarıyla da dünya sinemasını önemli ölçü­de etkilediler. Robert Wiene'nin yönetmiş ol­duğu Doktor Caligari'nin Odası (Das Kabi­nen des Dr. Caligari\ 1919) ve Fritz Lang'ın bilimkurgunun öncüsü Metropolis'i (1926) ya­pıldıkları tarihten bu yana sinema sanatını et­kilemiş yapıtlardır.
Aynı dönemde bir başka önemli gelişme de, SSCB'de dünyanın ilk sinema okulu olan Devlet Sinema Enstitüsü'nün 1919'da kurul­masıdır. 1917 Ekim Devrimi'nden önce Rus­ya'da film sanayisi yoktu. 100'den fazla dilin konuşulduğu ve halkın büyük çoğunluğunun okuryazar olmadığı SSCB'de 1920'lerde 160 milyon insan yaşıyordu. Ülkenin yeni yöneti­cileri, sinemayı bu büyük ülkede insanları or­tak bir amaç doğrultusunda bir araya getire­cek bir araç olarak görüyorlardı. Bu nedenle
I. Dünya Savaşı'ndan sonra 1920-27 arasın­da Fransa'da ilgi çekici filmler yapıldı. Döne­min önde gelen yönetmenlerinden Rene Clair (1898-1981) İtalyan Hasır Şapkası (Un cha- peau de paille d'Italie; 1927) adlı komedi fil­miyle adını duyurdu.
1920'lerde sinema ABD'nin en büyük sana­yi dallarından biri durumuna geldi. Yıldızla­rın ücretleri astronomik rakamlara ulaştı. Metro-Goldwyn-Mayer, Paramount, United Artists gibi dev film şirketleri o dönemde ku­ruldu. Yumuşak iklimiyle açık hava çekimle­rine uygun olan Los Angeles kentinde Hollywood, ABD sinema sanayisinin merkezi du­rumuna geldi. Her çeşit filmin yapıldığı bu dönemde gag türünde kavgalı dövüşlü kome­diler başta geliyordu. Charlie Chaplin, Buster Keaton, Stan Laurel ve Oliver Hardy 1920'lerde parladı. Bu yıllarda yarısı 20 yaşın altında olan 40 milyon ABD'li düzenli olarak her hafta sinemaya gidiyordu. Sinema tarihi­ne adı geçen filmlerden Cecil B. de Mille'in yönettiği On Emir (The Ten Commandments\ 1923), Douglas Fairbanks'in her ikisinde de başrolü oynadığı Robin Hood (1922) ve Bağ­dat Hırsızı (The Thief of Bagdad; 1924) bu dönemde yapıldı.
İngiltere'de sessiz sinemanın önde gelen yönetmeni John Grierson, 1929'da sinema ta­rihinin ilk uzun belgesel filmi olan Balıkçı Tekneleri'ni (Drifters) çekti.
Savaş yıllarında sinema dünyası büyük bir durgunluk yaşadı. Genellikle savaşı değişik yönleriyle tanıtmayı ve cephedeki ordulara moral vermeyi amaçlayan filmler çekildi. Dö­nemin başlıca önemli filmleri ABD'de Frank Capra'nın Neden Savaşıyoruz {Why We Fighf, 1942-45) adlı belgesel propaganda dizisi, Or­son Welles'in bir basın kralının yaşamı üzeri­ne kurulu başyapıtı Yurttaş Kane {Citizen Kane; 1940) ve John Ford'un Gazap Üzümleri {The Grapes of Wrath; 1940) ile Tay Garnett'in Postacı Kapyı İki Defa Çalar {The Postman Always Rings Twice 1946) adlı yapıtlarıydı. İngiltere'de aynı dönemde Noel Covvard'ın senaryosunu yazdığı Kısa Görüşme Brief En- counter-, 1946) ve Denizler Hâkimi {In Which We Serve-, 1942) gösterime girdi.SSCB'de Ayzenştayn, Aleksandr Nevski (1938) ve Korkunç İvan'ı (1944-46), Sergey ve Georgi Vasiliyev Çapayev'ı (1934) çektiler.

ABD. 1950'lerde ABD'nin önemli filmleri arasında George Stevens'ın Vadiler Aslanı (Shane; 1953) ile Elia Kazan'ın New York'ta yoksul işçi çevrelerinin ve rıhtım gangsterleri­nin yaşamını anlatan Rıhtımlar Üzerindeki {On the Waterfront\ 1954) ve Vincente Min- nelli'nin Paris'te Bir Amerikalısı {An Ameri­can in Paris-, 1951) sayılabilir. Ünlü yönetmen Alfred Hitchcock özellikle banyodaki soluk kesici cinayet sahnesiyle tanınan Sapık {Psycho-, 1960) adlı gerilim filmini aynı dö­nemde çekti. Ne var ki, savaşın sonunda ABD sinemasını köstekleyen, tutucu hükü­metin filmlere uyguladığı yoğun sansürle bir­likte "Hollywood 10'lan" olarak anılan sekiz senaryo yazarı ve iki yönetmenin kara listeye alınması oldu. Bir ihbar salgını başlamıştı. Pek çok sanatçı ABD'ye karşı yıkıcı etkinlik­lerde bulunmak ve komünist olmakla suçlan­dı. Suçlananlar arasında bulunan Charlie Chaplin, büyük bir beğeni kazanan Sahne Işıklarını {Limelighf, 1952) yaptığı yıl ülkeyi terk etti.
Yapımcılar izleyiciyi yeniden sinema salon­larına çekebilmek için teknolojik yenilikler­den yararlanmaya çalıştılar. Özel gözlüklerle izlendiğinde üçboyutlu görüntü etkisi yaratan filmler ilk kez o dönemde ortaya çıktı. Bu bu­luşun beklenen başarıyı sağlayamaması üzeri­ne, sinemaskop adı verilen büyük görüntü uy­gulamasına geçildi. Görüntünün enini, boyu­nun 2,5 katı olarak verebilen sinemaskop filmler izleyicileri yeniden salonlara çekmekte başarılı oldu. ABD'de art arda Oklahoma (1955), yeniden çekilen On Emir {The Ten Commandments-, 1956) ve Ben Hur (1959) gi­bi tarihsel ve dinsel konulu filmler, müzikaller, western'ler çekilmeye başlandı. Bunlar çok sayıda oyuncunun ve gösterişli dekorların kullanıldığı masraflı yapımlardı.
Sinemacıların bu çabalarına karşın, 1950-60 arasında televizyonun hızla yaygınlık kazan­ması, sinema izleyicisinin önemli ölçüde azal­masına ve büyük film şirketlerinin çökmesine neden oldu. Bu durum sinemacıları büyük bir arayışa yöneltti. 1960'ların sonlarına doğru ABD'de Arthur Penn, Sam Peckinpah, Ro- bert Altman, Dennis Hopper, Stanley Kub- rick gibi yönetmenler Hollyvvood'un cinsellik, şiddet, milliyetçilik gibi konulardaki kalıplaş­mış sinema anlayışının dışına çıkan filmler yaptılar. Yeni, değişik üsluplar ve teknikler kullandılar. Gençliğe yönelik bu filmler sine­maya gençleri kazandırdı. Sydney Pollack'ın 1929 Büyük Dünya Bunalımı'nın insanların üstündeki etkisini çok çarpıcı bir biçimde yan­sıtan Atları da Vururlar (They Shoot Horses, Don't They?\ 1969), Arthur Penn'in Bonnie ve Clyde (1967), Stanley Kubrick'in 2001: Uzay Yolu Macerası (2001: A Space Odyssey-, 1968), Sam Peckinpah'ın Kahraman Binbaşı (Majör Dundee\ 1965) ile Vahşi Belde (The Wild Bunch\ 1969) gibi etkileyici filmleri ek­rana geldi.
1970'lerde ve 1980'lerin başlarında son de­rece etkileyici ses ve görüntü efektlerinin kul­lanıldığı heyecan dolu serüven ve bilimkurgu filmleri çekildi. George Lucas'ın Yıldız Savaş­ları (Star Wars; 1977) ile Steven Spielberg'in insanlara saldıran dev bir köpekbalığının ko­valanmasını konu alan gerilim filmi Jaws (1975), Kutsal Hazine Avcıları (Raiders ofthe Lost Ark\ 1981) ve dünya dışından bir yara­tıkla çocukların kurduğu dostça ilişkiyi anla­tan E. T. (E. T. The Extraterrestrial; 1982) adlı filmleri gişe rekorları kırdı ve olumlu eleştiri­ler aldı. ABD'de o dönemde çekilen filmlerin maliyeti inanılmaz boyutlara ulaştı. Sözgelimi 1987'de bir filmin ortalama maliyeti yaklaşık 18 milyon dolardı. Bu tür filmlerin yanı sıra Robert Altman, Michael Cimino, Francis Ford Coppola, Martin Scorsese ve Milos For­man gibi yönetmenler toplumsal sorunları ko­nu alan filmler çektiler. Bunlardan Altman' ın savaş karşıtı komedisi Cephede Eğlence (M* A* S* H; 1970), Cimino'nun Vietnam Savaşı'nı konu alan Avcı (The Deer Hunter;
1978), Scorsese'nin ABD'de şiddete yönelik eğilimi ele alan Taksi Şoförü (Taxi Driver-, 1976), Coppola'nın Baba (The Godfather; 1972) ve Kıyamet (Apocalypse Now; 1979), Forman'ın Guguk Kuşu (One Flew Över the Cuckoo's Nesf, 1975) adlı filmleri anmaya de­ğer yapıtlardır.
İtalya. Savaştan sonra İtalya'da ülkenin uğ­radığı yıkımı ve toplumsal sorunları konu alan önemli filmler çekildi. İlk Yeni Gerçekçi film Luchino Visconti'nin Tutku'su (Ossessione-, 1942) idi. Ne var ki, faşist İtalyan yönetimince gösterimi engellendiği için, uluslararası izleyi­ci Yeni Gerçekçi sinemayla, İtalya II. Dünya Savaşı'nın sonunda teslim olduktan iki hafta sonra Roma sokaklarında çekilen Roberto Rossellini'nin Roma, Açık Şehir (Roma cittâ aperta-, 1945) adlı filmiyle tanıştı. Ardından Visconti'nin Sicilya'nın bir balıkçı köyündeki yaşamı anlatan destansı filmi Yer Sarsılıyor (La Terra trema-, 1948) geldi. Vittorio de Sica' mn, bisikleti çalınan bir işçinin hırsızı bulabil­mek için oğluyla birlikte başına gelenlerin tra­jik öyküsü olan Bisiklet Hırsızları (Ladri di biciclette; 1948) gösterildiği yerlerde büyük yankı uyandırdı. Başlangıçta Rossellini ile birlikte çalışan Federico Fellini ilk kez Sonsuz Sokaklar (La strada; 1954) filmiyle adını du­yurdu. Daha sonra gerçek ile gerçeküstünün birbirine karıştığı bir dille birbirinden güzel filmler yaptı.Fellini gibi sinema yaşamına Rossellini ile çalışarak başlayan Michelangelo Antonioni önceleri Yeni Gerçekçi belgesel kısa filmler yaptı. Daha sonra çağdaş kent yaşamının getirdiği yabancılaşmayı vurgulayan Macera (L'avventu- ra; 1959), Gece (la Notte; 1960), Kızıl Çöl (II deserto rosso; 1964) ve bir kimlik arayışı olan Yolcu (The Passenger; 1974) gibi filmleriyle dünya çapında yankı uyandırdı. İtalya'nın savaştan sonraki ikinci kuşak yönetmenlerinden Ettore Scola Özel Bir Gün (Una giornata par- ticolare; 1977), Ermanno Olmi Nalın Ağacı (L'albero degli zoccoli; 1978) ve Ermiş Ayyaş Destanı (La leggenda del santo bevitore-, 1988) gibi filmlerle Yeni Gerçekçi Akım'ı sürdürdü. Pier Paolo Pasolini ve Bernardo Bertolucci siyaset, tarih ve cinselliğin iç içe geçtiği filmler yaptılar. Bertolucci'nin 1900 (Novecento-, 1976) adlı filmi altı saate yarım yüzyıllık İtalyan tarihini sığdıran görkemli bir gösteridir. Gillo Pontecorvo'nun Cezayir Savaşı (La bat- taglia di Algeri-, 1965) ise, kent gerilla savaşını anlatan, belgesel film üslubunda, propaganda amacı gütmeyen etkileyici bir siyasal sinema örneğidir.
Fransa. Fransa'da savaştan sonra sinemaya damgasını vuran en önemli olay Yeni Dalga hareketiydi. Fransa'da işgal sırasında ve savaştan sonra senaryoya dayalı çok iyi filmler yapılmıştı. Fransız sinemasının önde gelen adlarından oyuncu ve yönetmen Jacques Tati, sıradan insanların yaşamını özgün bir mizah anlayışıyla perdeye aktardı. Tati Bayram Günü (Jour de fete\ 1947) ve Bay Hulot'un Tatili (les Vacances de Monsieur Hulof, 1953) adlı filmleriyle, Jean Cocteau Güzel ve Hayvan (la Belle et la bete; 1946), Rene Clement Yasak Oyunlar (Jeux interdits; 1952) adlı filmleriyle tanındılar. Gene bu yıllarda sürdürülen belgesel çalışmalar, genç yönetmenlere sinema sanayisi kalıplarının dışına çıkma ve bağımsız çalışma cesareti verdi. Andre Bazin'in 1951'de yayımlamaya başladığı Cahiers du Ci- nema adlı dergide Yeni Dalga Akımı'nın kuramsal tartışmaları yer aldı. Genç yönetmenler film kamerasını bir kalem gibi kullanmayı savunuyordu. Film, yönetmeninin imzasını taşımalı, onun özgün, kişisel anlatım aracı olmalıydı. Bu yönetmenler öyküyü, baştan sona düz bir biçimde anlatmak yerine, daha çok geriye dönüşlere (flash-back) ve düşlere yer vererek aktardılar. Sinemanın ayrı bir sanat dalı olduğu ilk kez bu dönemde tartışma gün
demine geldi. Yönetmenler filmlerinde kurgudan çok görüntü düzenine (mizansen) önem verdiler, çekimlerini elde taşınır kameralarla yaptılar.
Claude Chabrol'un senaryosunu yazdığı ve yapımım üstlendiği ilk filmi Yakışıklı Serge (le Beau Serge-, 1958) Yeni Dalga Akımı'nın ilk uzun metrajlı filmidir. Bu akımın 1950'lerin sonuna doğru ilk yapıtlarını veren başlıca temsilcileri Serseri Âşıklar (Â bout de souffle-, 1959) ile Jean-Luc Godard, Hiroşima, Sevgilim (Hiroshima, mon amour\ 1959) ile Alain Resnais, Âşıklar (les Amants; 1958) ile Louis Maile ve Dört Yüz Darbe (les Quatre cents coups\ 1959) ile François Truffaut'dur.
1970'lerde Yunan asıllı Fransız yönetmen Costa-Gavras siyasal filmleriyle ilgi çekti. Bunlardan İtiraf (l'Aveu; 1970), Sıkıyönetim (l'Etat de siege; 1972) ve Kayıp (Missing-, 1982) güncel siyasal olayların karanlıkta kalan yanlarına eğilerek pek çok tartışmaya yol açtı.
İngiltere.
1950'lerin sonlarında ve 1960'larda Frafısız Yeni Dalga filmlerinin etkisiyle İngiltere'de, çalışan insanların günlük yaşamlarını konu alan gerçekçi filmler yaygınlık kazandı. Tony Richardson'ın Öfke (Look Back in Anger; 1958), Jack Clayton'ın Tepedeki Oda (Room at the Top-, 1958) ve Karel Reisz'ın Cumartesi Gecesi ve Pazar Sabahı (Saturday Night and Sunday Morning; 1960) adlı filmleri uluslar­arası düzeyde ün kazandı. Sean Connery'nin James Bond tipini canlandırdığı ünlü casus filmleri de aynı dönemde yapıldı.
İngiltere 1960'larda Avrupa sinema sanayi­sinin merkezi durumuna geldi. O dönemde art arda birbirinden güzel filmler çekildi. Tony Richardson'ın Henry Fielding'in roma­nından uyarladığı Tom Jones (1963), John Schlesinger'ın Thomas Hardy'nin romanın­dan uyarladığı Bir Aşk Yetmez (Far From the Madding Crowd\ 1967) ile Gece Yarısı Kov­boyu (Midnight Cowboy\ 1969) ve Lindsay Anderson'ın Eğer (//; 1968) adlı filmleri dö­nemin unutulmaz yapıtları arasındaydı. Ne var ki, bir süre sonra İngiliz ekonomisinde baş gösteren durgunluk birçok yönetmenin, başta ABD olmak üzere öteki ülkelere göç etmesi­ne yol açtı.
Almanya. II. Dünya Savaşı'ndan sonra Al­manya'nın uğradığı yenilgi ve daha önce Nazi- ler'ce sinemaya uygulanan baskılar yüzünden bu ülkede uzun bir süre sinema önemli bir varlık gösteremedi. 1960'larda Genç Alman Sineması adı altında federal hükümetten öde­nek alan bağımsız bir yapım ve dağıtım kuru­luşu kuruldu. Alman sinemasının önde gelen adları, savaş yıllarını ya da savaş sonrası top­lumu konu alan Maria Braun'urı Evliliği (Die Ehe der Maria Braun\ 1979), Lola (1981) ve Veronika Voss'un Tutkusu (Die Sehnsucht der Veronica Voss\ 1982) gibi filmleriyle Rainer Werner Fassbinder, Berlin Üzerindeki Gök­yüzü (Der Himmel über Berlin -, 1987) ile Wim Wenders ve Stroszek (1977) gibi doğal ve ca­na yakın bir mizah içeren filmleriyle Werner Herzog'dur. Volker Schlöndorff ile Alexan- der Kluge, Fransız Yeni Dalga Akımı'ndan büyük ölçüde etkilendiler. Devletin sinema sanayisine destek olması kadın yönetmenleri ve azınlıkları da yüreklendirdi. Devrim müca­delesinin önde gelen kadınlarından Rosa Luxemburg'un yaşamını, kadın yönetmen Margarethe von Trotta sinemaya uyarladı (1986).
Avustralya. 1970'lerden önce varlık göste­remeyen Avustralya sineması, o yıllarda hü­kümetçe kurulan Avustralya Film Komisyo- nu'nun desteğiyle şaşırtıcı bir gelişme göster­di. 1985'e kadar, bazıları uluslararası düzeyde başarı kazanan yaklaşık 400 film çekildi. 1980'lerin en başanlı filmleri şiddet ve gerilim öğesinin usta bir biçimde kullanıldığı Çılgın Max (Mad Max; 1981) ve Peter VVeir'ın I. Dünya Savaşı sırasında biri Çanakkale'de ölen iki arkadaşın öyküsünü anlattığı Gelibo­lu'dur (Gallipoli; 1981).
SSCB. II. Dünya Savaşı'ndan önce Sovyet sinemasında gözlenen durgunluk savaştan sonra da sürdü. İlgi uyandıran az sayıda filmin arasında Grigori Çukray'ın 1959 yapımı Aske­rin Türküsü, Sergey Bondarçuk'un görkemli Savaş ve Barış (1966-67) uyarlamasıyla, Niki- ta Mihalkov'un Oblomov'u (1980) vardı. Dünya sinemasını etkilemeyi başaran ve özel­likle 1980'lerde adını en çok duyuran yönet­men ise Andrey Tarkovski oldu. Tarkovski, İvan'ın Çocukluğu (1962), Andrey Rublev (1966), Solaris (1971), Ayna (1974), Nostal- ghia (1983) ve son filmi Kurban'da (1986), de­rinliği ve simgesel çağrışımlarıyla izleyicilerin üzerinde kalıcı bir etki yaratmaktaki ustalığını gösterdi. SSCB'de 1980'lerin ortalarında, da­ha önce yasaklanmış filmler de gösterilmeye başlandı. Yönetmen Gleb Pantilov'un, 1976'da çekilmesine karşın ancak 1986'da gösterilebilen Tema adlı filmi geçmişle bir he­saplaşmaydı. Gürcü yönetmen Tengiz Abu- ladze ise Yakarış (1968), Dilek Ağacı (1977) ve Nedamet'ten (1986) oluşan üçlüsünde ken­dine özgü bir üslupla geçmişteki baskıyı eleş­tirdi.
Doğu Avrupa. Film sanayisinin devletleşti- rildiği Doğu Avrupa ülkelerinde II. Dünya Savaşı'ndan sonra sinema okulları açıldı. Po­lonya'da 1953'ten sonra Andrzej Munk Yolcu (1961), Roman Polanski Sudaki Bıçak (1962), Andrzej VVajda Kanal (1956), Küller ve El­mas (1958), Mermer Adam (1977) ve Demir Adam (1981) gibi filmleriyle toplumsal sorun­ları büyük bir duyarlılıkla beyaz perdeye yan­sıttılar.
Genç kuşak yönetmenlerinden Krzysztof Kieslowski 1988 yapımı 10 Emir'le (Dekalog) evrensel sorunlara parmak bastı. Yeni Dalga' dan ve Polonya sinemasından etkilenen Çe­koslovak yönetmenler de duyarlı ve özgün filmler yaptılar. Jânos Kadâr'ın Ana Cadde­deki Dükkân\ (1965) buna örnektir.
Macaristan'da Budapeşte Film Akademisi'nde yetişen Istvân Szâbo'nun Mefisto'su (1981) uluslararası düzeyde başarı kazandı. Miklös Jancsö'nun birbirini izleyen Umutsuz­lar (1965), Kızıl İlahi (1971) ve Macar Rapso­disi (1978) Macar halkının yüzyılın başından bu yana sevinçlerinin ve acılarının destanıydı.
Yugoslavya'da Emir Kusturica, Çingene çocuklarının başından geçenleri anlattığı Çin­geneler Zamanı (1989) ile evrensel boyutlu bir film yarattı.
İspanya ve Yunanistan. Film sanayisinin güçlü olmadığı İspanya'da Luis Bunuel yaratı­cı kişiliğiyle sinemada Gerçeküstücülük Akı- mı'nın ilk örneğini verdi (bak. BUNUEU I/JIS). 1950'lerde yerleştiği Meksika'da da film ya­pımcılığını sürdürdü ve Meksika sinemasını etkiledi. Madrid'deki Sinema Araştırmaları ve Deneyleri Enstitüsü'nü bitiren Carlos Sau- ra Av (La caza; 1966) ve Kanlı Düğün (Bodas de Sangre; 1981) gibi filmleriyle dikkati çekti.
Yunanlı yönetmen Theo Angelopulos, Kumpanya (1975), Avcılar (1977), Kitera'ya Yolculuk (1984), Arıcı (1986) ve Puslu Man­zaralar' da şiirsel bir anlatımla Yunan tarihini ve savaş yıllarını irdeledi. Angelopulos bu filmlerde insan ilişkilerini olağanüstü bir du­yarlılıkla işlemeyi başardı.
İsveç. Devletçe desteklenen İsveç sineması güçlü değilse de II. Dünya Savaşı'ndan sonra yaratıcı yönetmen Ingttıar Bergman'ın yapıt­larıyla dünya çapında adını duyurdu (bak. Bergman, Ingmar).
Hindistan. Bu ülke dünyanın en çok film çeken sinema sanayisine sahip olmakla birlik­te, filmler genellikle kendi izleyicisine yönelik olduğundan uluslararası düzeyde varlık göste­rememiştir. Sinema sanayisinin devlet deste­ğiyle yürütüldüğü Hindistan'da 16 değişik dil­de olmak üzere yılda toplam 700 film çekilir. Hindistan'da televizyon yaygın olmadığından sinema başlıca eğlence aracıdır. Köylerde açık havada film gösterisi yapan gezgin sine­macılar oldukça yaygındır.
Hint sinemasının uluslararası düzeyde adın­dan söz ettiren ünlü yönetmeni Satyacit Ray, filmlerinde köylülerin günlük yaşamını seve­cen ve mizah dolu bir yaklaşımla görüntüler. En çok tanınan filmlerinden Pather Pançali (1955) öksüz bir çocuk ile annesinin öykü­südür.
Japonya. Japon sineması II. Dünya Savaşı sonrasında büyük bir canlanma dönemine gir­di ve önemli yönetmenler yetişti. 1950'lerde Akira Kurosava Raşomon (1950), Yedi Samu- ray (Şiçinin no samurai; 1954), İngiliz yazar Shakespeare'in Macbeth adlı oyunundan uyarladığı Kanlı Taht (Kumonosu-co; 1957) adlı filmleriyle uluslararası düzeyde ün kazan­dı. 1960'lardan sonra da başarısını sürdüren Japon sineması 1980'lerde televizyonun reka­beti karşısında durakladı. O dönemde şiddet filmleri yaygınlık kazandı. Yaratıcı yönet­menlerin çoğu ülke dışında olanaklar arama­ya başladılar. Bugün Japonya dünyanın en çok film üreten ülkelerinden biri olmakla bir­likte, yapımların çoğu televizyon filmidir.
Güney Amerika ve Afrika. 1960'larda ulu­sal motiflerden yararlanılarak, halkları sömü­rüye ve baskıya karşı bilinçlendirmeye yöne­lik, şiirsel başkaldırı filmleri yapıldı. Dansı ve müziği, ülkesinde cunta yönetimi sırasında çe­kilen acıları dile getirmekte kullanan Arjan­tinli yönetmen Fernando Ezequiel Solanas'ın Tangolar (Tangos, el exilio de Gardel; 1985) ve Güney (Sur-, 1988) adlı filmleri buna ör­nektir.
Bir sanat dalı olan sinema konulu, belgesel, deneysel ve canlandırma olmak üzere dört bölüme ayrılabilir. Konulu filmler de ayrıca konularının içeriğine göre tarihsel, müzikal, komedi, korku, polisiye, gangster, western, bilimkurgu gibi türlere ayrılır.
Belgesel filmler olayların ve nesnelerin ger­çekte olduğu gibi gösterilmesine dayanır. 20. yüzyılın en önemli belgesel film yönetmenle­rinden Hollandalı Joris Ivens, İspanyol Top­rağı (The Spanish Earth\ 1937) ve Dört Yüz Milyon (The Four Hundred Million; 1939) gi­bi belgesel filmlerle İspanya İç Savaşı ile Çin- Japon Savaşı'na tanıklık etti. Bir Rüzgâr Öy­küsü (A Tale ofthe Wind; 1989), kamerasıyla birlikte her zaman olayların içinde olan bu yürekli sanatçının ölmeden önceki son fil­midir.
Fransız yönetmen Claude Lanzmann'ın 9,5 saat süren belgesel yapıtı Shoah (1986), II. Dünya Savaşı'nda toplama kamplarındaki Yahudi kıyımını anlatır.
Ünlü sualtı araştırmacısı Jacques-Yves Cousteau'nun sualtını konu alan belgesel filmleri, izleyicilerin deniz canlılarının suların kirlenmesi nedeniyle yok olması gibi konulara ilgi duymasını sağlarken, onları bambaşka bir dünyayla da tanıştırır.Deneysel sinema teknik ve estetik sınırları zorlar, yeni anlatım biçimleri dener. Canlan­dırma sinemasında ise çizili desenler ya da cansız maketler hareketlendirilerek perdeye yansıtılır.

Film Nasıl Çekilir
1920-50 arasında ABD'de ve Avrupa'da film çekiminin tüm denetimi stüdyoların elindey­di. Sonraki yıllarda sinema sanayisi geliştikçe kendi başına çalışan çok sayıda bağımsız film şirketi kuruldu. Stüdyolar ise yalnızca filmin maliyeti ve dağıtımı gibi işlerle ilgilenmeye başladı. Bir film önce bir tasarıdır. Bu daha sonra senaryoya dönüşür. Senaryo, oyuncular ve çekim ekibiyle birlikte bir "paket" oluştu­rur. Film çekimi oldukça güç ve karmaşık bir süreçtir. Az sayıda oyuncuyla birkaç değişik mekânda çekilen filmler olduğu gibi, yüzlerce oyuncu ve birbirinden değişik çok sayıda me­kân gerektiren filmler de vardır. Filmin öykü­sünü (senaryo) yazan kişiye senarist ya da se­naryo yazan denir. Senarist, yönetmen başta olmak üzere film ekibiyle konuşup tartışarak bir öykü yazar. Öykü senaristin seçtiği sahne lerde, belirli bir olay örgüsü içinde gelişir. Di­yaloglar olayların geçtiği yere ve zamana, ki­şilerin karakterlerine uygun olarak yazılır. Yapımcı (prodüktör) oyuncuları, yönetmeni ve çekim ekibini seçen, filmin maliyetini üst­lenen kişidir. ABD gibi sinema sanayisinin çok gelişmiş olduğu ülkelerde sorumlu yapım­cı (executive producer) aynı stüdyoda çekilen birkaç filmi ve yapımcıyı denetler.Çekimden sonra görüntülerin kaydedildiği film şeridi çeşitli işlemlerden geçer. Sahneler öyküdeki olaylara göre sırayla çekilmediğin­den, görüntüler film şeridinin üzerine karışık biçimde kaydedilmiştir. Kurgucu, "iş kopya­sı" denilen film şeridini sahne sırasıyla kurgu­layarak birleştirir. Bu işlem sırasında hoşa git­meyen sahneler ayıklanarak yeniden çekilir. Filmdeki konuşmalar çekim sırasında canlı olarak ya da çekimden sonra seslendirme (ıdublaj) aşamasında kaydedilir. Müzik, gök gürültüsü ve ayak sesleri gibi efektler de son­radan eklenir. Ses kayıt işlemi ses teknisyen- lerince ayrı bir ses bandının üzerine yapılır. Kurgucu ayrı bantlarla çalışır: Üzerinde gö­rüntülerin yer aldığı görüntü bandı ve seslerin kaydedildiği magnetik ses bandı vardır. Gö­rüntü ve ses bantları arasında eşleme {senkro­nizasyon) yapıldıktan sonra, eşlenmiş seslerin tümü "ses kuşağı" denilen tek bir banda akta­rılır. Ardından görüntü bandı ses kuşağıyla birlikte perdeye yansıtılan son kopyada bir­leştirilir. Son kopya, optik ses bandı ve pozitif film şeridinden oluşur. Ses titreşimleri film şe­ridinin üzerinde, görüntü karesi ile film delik­leri arasına yerleştirilen, 2,5 mm eninde bir ses yoluna {optik ses kuşağı) kaydedilir. Gös­terim sırasında ses yoluna düşen değişken ışık elektrik akımına dönüştürülerek sisteme bağlı yükselteçlere ve hoparlörlere aktarılır. Böyle­ce izleyici görüntü ile sesi aynı anda algılar.
Film çekiminde aynı mekânda geçen sahne­ler bir arada çekilir. Çekim sırasının belirlen­mesinden, çekim gereçlerinin sağlanmasına kadar hemen her türlü düzenleme yapım ami­rinin görevidir. Yönetmen filmi ortaya koyan, bir anlamda yaratan kişidir. Çekim ekibi ve oyuncular bütünüyle onun denetimindedir. Çekimi yardımcılarıyla birlikte gerçekleştirir. Her sahnenin nasıl çekileceğine, birden çok çekilen sahneden en uygun olanının seçimine, oyuncuların nasıl oynaması gerektiğine yönet­men karar verir.
Filmlerdeki görsel efektler görüntü yönet­meni, kameraman ve yardımcıları tarafından sağlanır. Film ekibinde yer alan öteki görevli­ler ışık teknisyeni ve yardımcıları, dekorların tasarımını hazırlayan sanat yönetmeni, dekor­ları kuran sahne tasarımcısı, teknisyenler, marangozlar, giysileri hazırlayan kostümcü ve makyaj uzmanıdır.
Sahnelerin çekimi bittikten sonra laboratu- varda filmin üzerinde çalışmalar başlar. Özel görüntü efektleri elde etmek için ayrı ayrı çe­kilen filmler özel yöntemlerle birleştirilir. Sözgelimi bir canavarla çarpışmakta olan biri­nin görüntüsü aslında ayrı ayrı çekilmiş sah­nelerin üst üste kaydedilmesiyle elde edilir. Bu işlemler günümüzde elektronik aygıtlarla yapılmaktadır. Örneğin Yıldız Savaşları fil­mindeki uzay savaşları sahnesi, tek tek çekil­miş 20 değişik görüntünün birleştirilmesiyle oluşturulmuştur.
Sinemada genellikle 35 milimetrelik film kullanılır. Ben Hur (1959) ve E. T. (1982) gibi büyük perdeye yansıtılan sinemaskop filmler 70 milimetreliktir. Belgesel ve amatör filmler 16 ya da 8 milimetrelik filmle çekilir. Filmin ölçüsü yansıtılacağı perdenin boyutlarına göre saptanır.
1980'lerin başlarında film çekimlerinde vi­deolar kullanılmaya başlandı. Filmin labora- tuvardan dönmesini beklemeden, bir sahne­nin çekiminden hemen sonra sonucu görmeyi sağlayan bu yöntem film çekimlerine büyük bir hız ve kolaylık kazandırdı. Sözgelimi ABD'li yönetmen Francis Ford Coppola'nın Yürekten Biri {One From the Heart\ 1982) fil­minde, stüdyoda kurulan kent görüntüsü ve renkler videoların yardımıyla anında belirle­nebilmişti.

Film Şenlikleri ve Ödüller
Her yıl dünyanın birçok ülkesinde ulusal ya da uluslararası nitelikte film şenlikleri düzen­lenmekte, başarılı bulunan filmlere, yönet­men ve oyunculara ödüller verilmektedir. Şenlikler sinema sanatıyla ilgili herkese ve her kuruluşa yeni gelişmeleri tanıma, görüş alış­verişi ve tartışma ortamı sağlama açısından son derece önemli etkinliklerdir.
Savaş sonrasında İngiltere'de sinema önemli bir gelişme gösterdi. Yönetmen Carol Reed, bir roman uyarlaması olan Ölümden Kuvvetli (Odd Man Ouf, 1947) ve konusu savaş sonrasında Viyana'da geçen Üçüncü Adam (The Third Man-, 1949) adlı filmleriyle dikkati çekti. David Lean, İngiliz yazar Charles Dickens'tan 1946'da Büyük \Jmutlaf\ (Great Expectations) ve 1948'de de Oliver Tvvist'i sinemaya uyarladı. Ünlü sinema ve tiyatro oyuncusu Laurence Olivier, William Shakespeare'den uyarlanan Henry V (1944) ve Hamlet (1948) filmleriyle büyük başarı kazandı. Aynı dönemde adını duyuran bir başka oyuncu da Taçlar ve Kalpler (Kind He- arts and Coronets-, 1949) ve Altın Hırsızları (The Lavender Hill Mob; 1951) gibi komedi filmlerinde olağanüstü oyunculuk yeteneğini gösteren Sir Alec Guinness'di. Bu filmlerin senaryoları büyük ölçüde klasik edebiyat yapıtlarına dayanıyordu.
İlk Sinemalar

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder