Ana Sayfa Bilgi Bankası

7 Aralık 2010 Salı

İSTANBUL ŞEHİR EFSANELERİ-Eli kesilen mimar

Eli kesilen mimar
Fatih Sultan Mehmet, fetihten sonra büyük bir cami yaptırmak ister İstanbul'da. Bu amaçla, imparatorluğunun her köşesinden en değerli sütunları getirtir. Bunlardan özellikle bir tanesi, yüksekliği ve yapıldığı mermerin niteliğinden ötürü olağanüstü değerdedir. Yüksekliği bir hayli fazla olduğu için padişah, mimara onu biraz kısaltmasını buyurur.
Zaman geçer, padişah, henüz yapım aşamasındaki camiyi ziyaret ettiğinde bir de bakar ki, mimar, sütunun boyunu verdiği buyruğun aksine istenilenden fazla kestirmiştir. Fatih, hemen mimarı çağırtır ve kolunu bileğinden kestirtir. Mimar, kesik bileğiyle kadıya başvurur ve padişahtan şikâyetçi olur. Kadı bu acımasız olaya çok hiddetlenir, padişahı huzuruna davet eder. Fatih Sultan Mehmet gelir, ayakta bekler ve kadının sorularını yanıtlar. Herkes merakla kadının ne karar vereceğini beklerken, padişah şunları söyler kadıya:
"Eğer bana oturmam için yer gösterseydin seni oracıkta öldürtürdüm. Mahkemenin huzurunda bana da herkes gibi davrandın. Doğru olanı yaptın."
II. Mehmet, hiddetine yenik düşerek mimara yaptığı kötülüğü kabul eder ve onu ömür boyu maaşa bağlar.
Bunu biliyor muydunuz?
İstanbul siluetinin en önemli yapılarından biri olan Fatih Sultan Mehmet Camii, eski bir Bizans kilisesi olan Havarilerin yıkıntıları ve temelleri üzerinde inşa edilmiştir. Caminin altında birçok dehliz ve lahit odasının bulunduğu, kiliseye ait bu kriptanın, bazı Bizans imparatorlarının mezarlarına ev sahipliği yaptığı söylenir. Fatih, cami ve külliyesinin inşaatında, dönemin en ünlü ve yetenekli mimarı Atik Sinan'ı görevlendirmişti. Ortak noktada birleşen birçok kaynakta, II. Mehmet'le ilgili olarak yukarıda aktardığımız öykünün doğru olduğu, yapılan işi beğenmeyen sultanın Atik Sinan'ın ellerini bileklerinden kestirdiği, sonra da
öldürttüğü kabul edilmektedir.
Sümbül Efendi Efsanesi
Efsaneler, rivayetler hep insan üzerine değil. Koca Mustafa Paşa Camii'nin avlusundaki dev ve yaşlı ağacın hikâyesi de bir hayli ilginç...
Cami avlusundaki bu yaşlı ağacın gövdesi zamanla yarılmaya, kabuklan dökülmeye başlamış. Sümbül Efendi, ağacı zincirlerle sararak korumaya almış. Ancak, zincirin bir ucunu yere doğru sarkık tutmuş ve demiş ki;
"Bu ağacın altında kim durur ve yalan söylerse, bu zincir yere doğru uzayacaktır."
Bir süre sonra, camiye gelen bir Müslüman, borç para verdiği Yahudi dostunun alacağını bir türlü vermemesinden şikâyetçi olmuş. Yahudi'yi çağırmışlar ağacın altına. Borcunu ödemediği söylenen Yahudi, elinde bastonuyla ağacın altına geldiğinde; Sümbül Efendi ağacın ve zincirin özelliğin anlatmış kendisine. Anlatılanları dinleyen Yahudi, "Tut şu bastonumu" demiş alacaklı olduğunu söyleyen adama ve zincirli ağacın altına girerek;
"Yemin ediyorum ki, bu dostuma aldığım parayı iade ettim" demiş.
Hayrettir, zincir uzamamış bir türlü. Adam doğru söylüyor diye söylenmiş oradakiler. Ama alacaklı kuşkulanmış durumdan ve Yahudi'nin elindeki bastonu kaptığı gibi sapını gövdesinden ayırmış. O da ne! Ortalık yere çil çil altınlar dökülmesin mi? Böylece Yahudi'nin oynadığı oyun açığa çıkmış. Dostundan aldığı paraları içine sakladığı bastonu ona verince parayı iade etmiş gibi olmuş, bizim ağaç da aldanmış tabii!
Bunu biliyor musunuz?
Efsanede adı geçen Koca Mustafa Paşa Camii'nin sağ ve sol kapılarındaki kitabelerden biri Şeyhülislam Hüsameddin Efendinin, diğeri de İdris Bitlisinin eseridir. Avlu kapısında da iki nefis kitabe daha vardır. Birisi 1834 yılında II. Mahmut, diğeri de 1847de Abdülmecit imzası taşımaktadır. Külliye avlusunun orta yerinde, minik bir ahşap konutun içinden damı delerek dışarıya çıkan dev ve yaşlı bir servi ağacı, yukarıda anlattığımız öyküde olduğu gibi hâlâ kutsal olarak nitelendirilmektedir. Bir ağaç ve bir yapının birlikteliğinden oluşan böyle bir
kompozisyonu, İstanbul'da başka bir yerde görebilme olanağı yoktur...

Ayasofya’daki tabutun sırrı
Ayasofya'ya ilk girişte, üstleri tonozlarla örtülü dokuz bölümlü ve kapalı bir dış nartekste bulursunuz kendinizi. Bu dış narteksten beş kapılı iç nartekse geçilir. Bu kapının üzerinde, uzunlamasına üçgen biçimli, madeni bir tabut vardır. Veya efsaneye göre, bunun bir tabut olduğu söylenir. Tabuta veya her ne ise dikkatle bakıldığında, üzerinde iki delik görülür. Bunun da bir efsanesi var doğal olarak.
Ünlü Bizans imparatoriçesi Theodora, toprağa gömülmekten ve mezarda kendisini yılanların yiyeceğinden çok korkarmış. Vasiyeti gereği, ölümünden sonra buraya gömülmüş. Ancak yılanlar yine de bir yolunu bulup kapının üzerine tırmanmış ve tabutu delerek imparatoriçenin bedenini yemişler. Bu arada, tabutun içindeki cesedin, Kızkulesi'nde yılan ısırması sonucunda ölen prensese ait olduğu da rivayet edilir. Bu rivayete göre, prensesin babası, kızının cesedini hiç olmazsa ölümünden sonra yılanlardan korumak için buraya gömdürtmüştü. Ne var ki, yılanlar burada bile prensese rahat vermemişler, tabutu delmeyi başarmışlardı.
Bunu biliyor musunuz?
Tüm Bizans döneminin en büyük imparatoru olan Iustinianos'un karısı Theodora, Vaniköy'de, İstanbul'un fahişelerini yola getirmek, tövbe etmelerini sağlamak için, bir "kadınlar manastırı" yaptırmıştı. İmparatoriçe Theodora, gençlik günlerindeki yaşantısıyla "hayat kadını" damgası yemişti ve hayat kadınlarının sorunlarını çok iyi biliyordu.
Gizemli el
İstanbul âşıklarından, Stefanos Yerasimos'un kitabında yer alan başka bir İstanbul efsanesi'ni anlatmamak olmaz... Efsaneye göre, At Meydanı'nda bulunan Dikilitaş'ın dibinde bakırdan tılsımlı bir el varmış. Hangi tüccar İstanbul'a bir mal getirecek olsa doğru Dikilitaş'a gider, mala biçtiği değerin tutarını elin içine koyarmış. Bu bakır el, getirilen malın gerçek değerini, avucunu kapatarak bildirirmiş.
Günlerden bir gün, Anadolu'dan gelen bir tüccar, satmak üzerinde yanında getirdiği bir atla birlikte Dikilitaş'a gelmiş ve atın bedelini söylemiş. "On bin akçe"... Sonrasında da bakır ele parayı saymaya başlamış. Ancak, konulan para kırk akçeyi bulduğunda el kapanmış. At tüccarı çok öfkelenmiş bu duruma.
"Kırk akçe ne demek? Ben bunu on bin akçeye bile vermem. Ben bu eli şöyle yapar böyle ederim" diyerek önce sövüp saymış, sonra da hırsını alamayıp bir vuruşta eli kırmış.
Çevredeki kollukçular hemen adamı yakalayıp anında boynunu vurmuşlar. İki gün geçmeden de at ölmüş, derisi de kırk akçeye satılmış.
Bunu biliyor muydunuz?
Bu efsanede sözü geçen "At Meydanı" neresidir derseniz hemen söyleriz. İstanbul'un birinci tepesinin çekirdeği olarak kabul edilen Hipodrom, Roma çağından kalan bir isimdir ve Türkler, İstanbul'u aldıktan sonra burasının adını Türkçeleştirdiler: "At Meydanı"...
Hipodrom, sadece yarışmaların yapıldığı bir yer değildi, özellikle Bizans'ın parlak
dönemlerinde, imparatorluk içindeki siyasi çekişmelerin de yaşandığı bir merkezdi. Ayasofya yönündeki düz kenardan başlayan araba yarışları, şimdi Marmara Üniversitesi Rektörlük Binasının bulunduğu yuvarlak uçtan kıvrılıp yine başladığı yere döner ve orada biterdi. Genellikle, bu araba yarışlarında hipodrom arenası yedi" kez dönülürdü. Çünkü 7 rakamı, Roma'da olduğu gibi Bizans'ta da kutsal ve uğurluydu.
Yeni kapınız hayırlı olsun
Sultan IV. Murat, kılık değiştirerek halkın arasında dolaşmaktan çok hoşlanırmış. Koyduğu yasaklara uyulup uyulmadığını da yerinde denetlermiş tebdil-i kıyafet gezerken. Bir gün yine kılık değiştirerek Üsküdar'dan bir kayığa binmiş. Kayıkta bulunan bir yolcu ile derin bir sohbete dalmış IV. Murat, karşı yakaya geçerken. Padişah yolcuya kim olduğunu, ne iş yapığını sormuş.
"Bana Üsküdarlı Remmal Ahmet Ağa derler" diye yanıtlamış yolcu. "Remil atar, gaipten haber veririm." Padişah, meraklanmış ve bir soru daha sormuş.
"Madem böyle bir hünerin var, remil atarak padişahın şu an nerde olduğunu söyleyebilir misin?" deyince, Ahmet Ağa, "Elbette söylerim" diyerek remilini atmış ve,
"Benim hesabıma göre padişah şu anda derya üzere olmalı, bir daha bakayım da yerini tam söyleyeyim." Attığı remile gözlerini diken Ahmet Ağa, bir süre şaşkın şaşkın bakınıp,
"Tuhaf şey! Padişah bu kayığın içinde görünüyor. Padişah ben olmadığıma göre o sizsiniz!"
demiş ve Sultan IV. Murat'ın ayaklarına kapanmış. Padişah,
"Gerçekten hüner sahibiymişsin" demiş, ama bir soru daha yöneltmiş korkudan beti benzi atan Ahmet Ağa'ya.
"Ama daha işin bitmedi. Şimdi bir remil daha at bakalım. Karaya çıkınca benim hangi kapıdan geçerek İstanbul'a gireceğimi söyle. Bunu yaparsan ödülün büyük olur. Ama yapamadın mı gerisini sen düşün artık!"
Ahmet Ağa üçüncü kez remilini atmış, ama bu kez hiçbir şey söylememiş. Remilde
gördüklerini bir kâğıda yazarak, katladığı kâğıdı padişaha uzatmış.
"Hangi kapıdan gireceğiniz bu kâğıtta yazılı hünkârım! Ama sizden dileğim, kapıdan geçip kente girdikten sonra buna bakmanızdır."
Padişah kâğıdı alıp cebine koymuş. Kayık karşı kıyıya varınca karaya çıkmış ve yakındaki surlarda nöbet tutmakta olan muhafızlara, surlarda hemen bir kapı açmalarını buyurmuş. Muhafızlar, ellerinde kazma kürek hemen işe koyulmuşlar ve kısa sürede surların o bölümünde yeni bir kapı açmışlar.
Padişah bu yeni açtırdığı kapıdan İstanbul'a girer girmez cebindeki katlanmış kâğıdı çıkarıp okumuş ve hayretler içinde kalmış.
"Yeni kapınız hayırlı uğurlu olsun padişahım!"
IV. Murat'ın açtırdığı kapıya, bu nedenle "Yenikapı" adı verilmiş.
Bunu biliyor muydunuz?
Tam olarak 2 Eylül 1633 tarihinde meydana gelen Cibali Yangını, İstanbul'un büyük bir bölümünü kül etmişti. O yıllarda, Osmanlı tahtında Sultan IV. Murat oturuyordu. Genç sultan bu felaketten, geceleri Cibali kahvehanelerinde tütün içen, bazen de yanar tütünlerini etrafta gelişigüzel bırakarak birçok yangına yol açan kalafatçıları sorumlu tuttu. Sonrasında Cibali'den başlamak suretiyle, bütün İstanbul'da tütün içmeyi yasakladı. Peşinden de her türlü içkinin içilmesi bu yasaktan nasibini aldı. Meyhaneler, kahvehaneler bir bir kapatıldı.
Bu tarihten sonra da, gizliden gizliye tütün ve içki içenlere şiddetli cezalar uygulandı, idamlar birbirini izledi. Sultan IV. Murat, tebdil-i kıyafetle (tanınmamak için giysilerini değiştirerek) gece sokaklara çıkar, elinde palasıyla kahveleri denetlerdi. Saltanatı süresince bu uygulamayı sürdürerek çok can yaktı ama, kendisi de aşırı içki içmek ve afyon kullanmak alışkanlığı yüzünden genç yaşta öldü.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder