Ana Sayfa Bilgi Bankası

14 Aralık 2010 Salı

Sosyalizm ? gelişimi ? Avrupa'da Sosyalizm? Rusya'da Sosyalizm?

En genel anlamıyla toplum çokarlarını üstün tutan,toprakta,üretim araçları mülkiyetindeve gelir dağılımında kamu denetimini öngören bir
toplumsal örgütlenme biçimidir. Dünyada farklı sosyalizm anlayışları ve uygulamaları vardır. Ama temelde tüm çağdaş sosyalizm anlayışları, kapitalist toplum ve ekonominin örgütlenme biçiminin insanın gerçek refah ve mutluluğunu sağlayamayacağı düşüncesinden yola çıkar {bak. KAPİTALİZM). Sosyalizm, kapi­talist toplumda üretim araçları ile toprak üzerinde var olan sınırsız mülkiyet hakkına ve bu sistemin işleyiş biçiminin yarattığı adil olmayan gelir dağılımına karşı, ortak ya da toplumsal mülkiyeti, üretim ve gelir dağılı­mında toplumun denetimini savunur. Top­lumsal denetimin hangi düzeyde gerçekleşe­ceğine ilişkin farklı düşünceler, farklı sosya­lizm anlayışlarını doğurmuştur. Bir sosyalizm anlayışı, üretim araçlarının üzerinde sıkı bir devlet denetimine ya da işletmelerde üretimin en ayrıntılı biçimde planlanmasına yönelebi­lir. Bir başka anlayış ise, yalnızca büyük kuruluşların (bankalar, büyük enerji tesisleri gibi) kamulaştırılmasını ya da ekonominin gevşek bir planlamayla yönlendirilmesini sa­vunabilir.
Sosyalizmin Gelişimi
Çok eski dönemlerden beri, içinde yaşadıkları toplum düzeninden rahatsızlık duyan birçok kişi, zenginlikleri daha adil bir biçimde pay­laştıracak ve insanlar arasında eşitliği sağlaya­cak toplumsal değişikliklerin gerekli olduğu­nu savunmuştur. Bunlar genellikle, gelecek­te, zengin-yoksul, yöneten-yönetilen ayrımla­rının olmadığı ideal bir toplumun nasıl örgüt­lenmesi gerektiğini ayrıntılı bir biçimde açık­lamışlardır. İlkçağlarda, Eski Yunan düşünürü Platon, Devlet adlı yapıtında tüm zenginlikle­rin paylaşıldığı ideal bir toplum modeli kur­muştur. Sosyalist düşünce tarih boyunca, gerek kitaplarda, gerek yaşamlarını belirle­dikleri sosyalist ilkelere göre sürdürmeye çalışan deneysel topluluklar içinde var oldu. Sir Thomas More 1516'da yazdığı Utopia adlı yapıtında gene düşsel bir toplumdaki ideal yaşamdan söz ediyordu. Sosyalist düşünceler Fransız Devrimi sırasında da tartışıldı. Ama çağdaş sosyalizm gerçek anlamıyla Sanayi Devrimi'nden sonra, kapitalizmin hızla gelişti­ği 19. yüzyılda ortaya çıktı. Gelişen kapitalizmin yarattığı işçi Farklıydı. Sanayi gelişimi daha yavaş olan, serflik kurumunun varlığını koruduğu Rusya' da, işçi sınıfı henüz yeterince güçlü değildi. Bu nedenle ilk başlarda sol hareket daha çok köylülere yöneldi. Rusya' da sosyalizmin kapitalizm aşaması atlanarak kurulabileceğini düşünen Narodnikler, kırsal alanlara giderek köylüleri örgütlemeye çalıştı­lar. Bunlardan bir bölümü köylüleri ayaklan­dırmayı başaramayınca, devleti zayıflatmak ve reform yapmaya zorlamak amacıyla şiddet eylemlerine yöneldiler ve 1881'de düzenledik­leri bir suikast sonunda Çar II. Aleksandr'ı öldürdüler.
sınıfı, çoğalan fabrikalar ve artan üretimle birlikte giderek büyüdü. Yeni kurulan fabri­kalarda üretimi gerçekleştiren bu sınıf, kapi­talistlerin en fazla kân elde etme ilkesi uğruna, ancak yaşamını sürdürebileceği bir ücret karşılığında, günde 14-16 saat çalıştırıl­dı. Kırsal bölgelerden kentlere göçle daha da büyüyen bir "işsizler ordusu" ortaya çıktı. İşçilerin ve çalışacak iş bulamayan işsizlerin içinde bulundukları koşullar "insanca yaşa­maca olanak vermiyordu. Beslenmeleri çok kötü, sağlık ve eğitim olanakları hemen hiç yoktu. Çoğu oy hakkından yoksundu ve ülke yönetimine herhangi bir biçimde katılamıyorlardı.
19. yüzyılda bu yoksulluğa ve sefalete kapitalist sistemin işleyiş kurallarının neden olduğunu ileri süren bazı düşünürler, toplu­mun farklı bir biçimde örgütlenmesi gerekti­ğini savundular. Fransa'da Claude de Saint- Simon ve Charles Fourier, İngiltere'de ise Robert Owen çağdaş sosyalizmin kurucula­rındandır. Düşünceleri, daha sonra "bilimsel sosyalizm" ya da Marksizm'e kaynaklık et­miştir. Bu düşünürler daha eşitlikçi ve adil olan, insanların kendilerini geliştirerek yete­neklerini en iyi biçimde değerlendireceklerine inandıkları toplum biçimlerini ayrıntılarıyla tasarladılar. Robert Owen, kapitalizmin sınır­sız rekabet ortamına karşı çıkan, kooperatif­leşmeyi savunan, eğitime önem veren düşün­celeriyle; Saint-Simon ve Fourier ise insanca yaşamaya verdikleri değer, planlı bir ekono­mik büyüme ve devletin ortadan kalktığı sınıfsız bir toplum yaratma istekleriyle daha sonraki sosyalist düşünürleri etkilediler.
Gene 19. yüzyılın ortalarında, Fransa'da kapitalizmin yerini kooperatiflerin alması ge­rektiğini savunan Louis-Auguste Blanqui, dü­şüncelerine "komünizm" adını verdi. Louis Blanc özerk, işçilerin kendi kendilerini yö­nettikleri ulusal atölyeler kurulmasından ya­naydı. Pierre-Joseph Proudhon özel mülkiye­te kesinlikle karşı çıkarak, sömürü düzeninin yerini insanca ilişkilerin alacağı bir toplum önerdi.Bütün bu düşünceler sosyalizmin Avrupa' da giderek yaygınlaşmasına yol açtı. 19. yüz­yılın ikinci yarısında Kari Marx ve Friedrich Engels sosyalizmi düşünürlerin özlemlerinden bağımsız, tarihsel sürecin bir sonucu olarak değerlendirdiler. Marx, köleci, feodal ve kapita­list olarak adlandırdığı sınıflı toplumların gelişim çizgilerini, bu toplum biçimlerindeki sömürü mekanizmalarını inceledi ve toplum­ların genel gelişme yasalarını ortaya koydu. Bu yasalar çerçevesinde kapitalizmin içinden doğan işçi sınıfının, sömürü mekanizmasını sona erdirmek için vereceği mücadeleyle ka­pitalizmi yıkarak komünist bir sistem kurma­sının kaçınılmaz olduğunu söyledi.
Marx'a göre kapitalist sistemde iki temel sınıf olan burjuvazi ve işçi sınıfı arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Bu sistemde üre­tim araçları mülkiyetine sahip olan bur­juvazi ile üretimi sürdüren işçi sınıfı ara­sındaki bu çelişki, üretim araçları mülkiye­tini toplumsallaştıracak ve üretimi planlaya­rak yürütecek olan işçi sınıfının iktidara gel­mesiyle sonuçlanacaktır. İşçi sınıfının iktidar­da olduğu belirli bir sürenin sonunda, sınıfla­rın ve devletin yok olduğu komünist toplum kurulacaktır.Kapitalizmin ayrıntılı bir çözümlemesini yapan ve toplum­sal gelişmenin yasalarını ortaya koyan Marx ve Engels, kendilerinden önceki sosyalistleri "ütopyacı sosyalistler" olarak nitelediler ve kurdukları düşünce sistemine "bilimsel sosya­lizm" adını verdiler.
Avrupa'da ortaya çıkan çeşitli sosyalist akım­ların içindeki insanlar, 1864'te Londra'da düzenledikleri bir toplantıda Uluslararası Emekçiler Birliği'ni yani I. Enternasyonal'i kurdular. Bu birlik içinde Marksizm önemli bir ağırlığa sahipti. I. Enternasyonal'den son­ra sosyalist akımlar tüm Avrupa'da giderek yaygınlaştı ve Avrupa işçi hareketiyle birleşe­rek önemli bir siyasal güç oldu.
1869'da Marx'ın izleyicileri Almanya Sos­yal Demokrat İşçi Partisi'ni (daha sonra Almanya Sosyal Demokrat Partisi) kurdular. 1877'de Almanya'da 500 bin oy alan sosyalist­ler, parlamentoya temsilcilerini soktular. Ama parti üyeleri arasında, sosyalizmin ku­rulma yöntemi ve Marx'ın öğretisinin yeniden gözden geçirilmesi konusunda görüş ayrılıkla­rı baş gösterdi.
Fransa'da Marksist bir sosyalist parti olan İşçi Partisi'nin yanı sıra, Blanqui ve Proudhon gibi daha önceki sosyalist düşünürlerin izleyicilerince kurulmuş partiler de vardı. 1905'te bu akımlar tek partide birleşti, ama araların­daki görüş ayrılıkları sürdü. Hızla güçlenen sosyalistlerin 1914'te parlamentoda 100'den çok üyesi vardı.
İngiltere'de ise Marksizm işçi hareketi için­de fazla güçlenemedi. 1880'lerde Sidney ve Beatrice Webb, George Bernard Shaw gibi gençlerin kurduğu, ılımlı ve evrimci bir sosya­lizmi savunan Fabian Derneği çok daha etkili oldu.
Farklı sosyalist akımların varlığına karşın, 19. yüzyılın sonlan İngiltere dışında kalan ülkelerde Marx'ın çizgisini izleyen sosyal de­mokrat partilerin hızla yayıldığı bir dönem oldu. Danimarka'da 1870'te, Belçika'da 1885'te, Norveç'te 1887'de, Avusturya'da 1888'de, İsveç'te 1889'da, Hollanda'da 1894'te sosyal demokrat ya da işçi partisi adıyla Marksist partiler kuruldu ve siyasal yaşamda önem kazandı. İtalya'da 1892'de kurulan Sosyalist Parti, 1914'te Avrupa'nın en güçlü sosyalist partisi durumundaydı.
I. Enternasyonal'in kurulmasıyla güçlenen sosyalist hareket, her ülkenin farklı toplumsal ve siyasal koşullan nedeniyle tek merkezden yönetilemez duruma geldi ve I. Enternasyo­nal 1876'da dağıldı. Sosyalist partilerin çoğu kendi ülkelerinde parlamentoya temsilci so­karak ülkenin siyasal yaşamına daha fazla girdikçe, Marx'm devrimci çizgisini yavaş yavaş terk ettiler. Sosyalizmin barışçı ve parlamenter yoldan kurulabileceği düşüncesi ağır basmaya başladı. Bu koşullarda toplanan II. Enternasyonal (1889) birleşik ve aynı amacı güden bir örgüt olmaktan çok, ayn düşünceleri savunan üyelerin bir araya geldiği gevşek bir birlik görünümündeydi. Alman sosyalistlerinin daha etkin olduğu II. Enter­nasyonal I. Dünya Savaşı öncesinde, savaş karşıtı bildiriler yayımladı, ama savaş başladı­ğında üye partilerin çoğu kendi hükümetleri­nin yanında yer aldı. Rusya ise bu gelişmenin dışında kaldı.
Rusya'da 19. yüzyılda koşullar Avrupa'dan
Rusya'da ilk Marksist örgüt, Georgi Pleha- nov'un kurduğu Emeğin Kurtuluşu oldu. Na­rodnikler'i eleştiren Plehanov, sosyalist hare­ketin giderek gelişen işçi sınıfına dayanması gerektiğini savundu. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi 1898'de Minsk'te toplanan
I.     Kongre'de kuruldu, ama delegelerin ço­ğu kongreden sonra tutuklandığı için gerçek bir parti oluşu 1903'te Londra'da gerçek­leşti. Bu kongrede, daha sonra Ekim Devri- mi'nin önderi olan Vladimir İlyiç Lenin'in sosyalist devrimi gerçekleştirecek partinin sıkı disiplinli ve merkezi bir yapıda olması gerekli­liği düşüncesi parti içinde Bolşevikler (çoğun­luk) ve Menşevikler (azınlık) olarak iki gru­bun doğmasına yol açtı.. Lenin'in önderliğindeki Bolşevikler ile daha kitlesel ve gevşek bir parti örgütünü savunan Menşevikler arasındaki görüş ayrılık­ları 1912'de partinin ikiye bölünmesine yol açtı.
1917'de gerçekleştirilen Şubat Devrimi ve ardından Bolşevikler'in önderliğinde yapılan Ekim Devrimi ile Rusya'da dünyanın ilk sosyalist devleti kuruldu.
III. Enternasyonal ve Savaş Sonrası
II.   Enternasyonal, I. Dünya Savaşı öncesinde her ülkenin sosyalist partisinin kendi hükü­metini desteklemesiyle dağılmıştı. Lenin dev­rimden sonra, 1919'da, sosyalist partileri bir araya getirmek amacıyla Moskova'da III. Enternasyonal'i (Komintern) topladı. Bu dö­nemde Avrupa'da yaşanan olaylar Rusya dışındaki ülkelerde de devrimlerin gündeme gelebileceğini gösteriyordu. III. Enternasyo­nali katılan ve Moskova'nın çizgisini izleyen partilerin bir bölümü, Rus Komünist Partisi' nin (Bolşevikler) ardından komünist parti adını benimsedi. Genelde Rus Komünist Par- tisi'nin önderliğini kabul eden bu partiler, SSCB'yi de dünya devriminin merkezi olarak gördüler. Oysa 1920'lerin ortalarına doğru Avrupa'da olaylar durulmuştu. Bazı sosyalist partiler SSCB'nin çizgisine karşı çıkarak En­ternasyonalden ayrıldı. Sosyalistler komü­nistleri diktatörlükle ve demokrasi gelene­ğini yıkmakla suçlarken, komünistler de sos­yalistleri I. Dünya Savaşı'ndan bu yana ka­pitalizmin hizmetinde olmakla suçladılar. Böylece Avrupa'da sosyalist hareket ikiye bö­lündü.
II. Dünya Savaşı sırasında sosyalistler ve komünistler birbirleriyle dayanışma içine girdilerse de, savaşı izleyen dönemde bu ay­rışma daha da belirginleşti. Savaş sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde SSCB denetiminde ve genellikle komünist partilerin yönetimde olduğu "halk cumhuriyetleri" kuruldu. Bu ülkelerdeki partiler Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin önderliğini kabul etti. Batı Avrupa ülkeleri ise NATO'nun kuruluşuyla AB D'nin etki alanına girdi. Dün­ya üzerindeki ABD-SSCB kamplaşmasıyla birlikte sosyalist-komünist bölünmesi de ke­sinlik kazandı.
Bu arada Çin'de II. Dünya Savaşı'nı izle­yen iç savaş sonucunda Mao Çe-Tung önderli­ğinde gerçekleşen halk devrimi, dünya sosya­list hareketi bakımından bir başka dönüm noktası oldu.Gerek 1917 Ekim Devrimi, gerek 1949 Çin Devrimi, ilk Marksistler'in sosyalist devrimin önce sanayileşmiş ülkelerde ortaya çıkacağı düşünceleriyle bağdaşmıyordu. Ayrı­ca, 1950'lerden sonra batılı ülkelerin sömür­geleri olan azgelişmiş ülkelerde görülen ulusal bağımsızlık savaşlarının bazıları sosyalist eği­limli aydınlarca yönetiliyordu. Bu önderlerin "sosyalizm" olarak adlandırdıkları düşünce ve uygulamalar Avrupa'da gelişen sosyalizm an­layışından oldukça farklıydı. Bunların çoğu, Doğu Avrupa ülkelerinde hızlı sanayileşmeyi sağlayan, devlet denetiminde ve merkezi plan­lamaya dayalı ekonomik gelişmeyi örnek aldı.larında yaklaşık 42 milyon ABD'li (her altı kişiden biri) federal yardım programlarından yararlanıyordu. Ne var ki, 1988'de Sayım Bürosu'nca yapılan bir araştırmaya göre nüfu­sun yüzde 13,1'i (31,9 milyon) yoksulluk düzeyindeydi ve bunların 12 milyonu 17 yaşın altındaydı. Eskiden ulusal gelirin yüzde 8,2'sini kapsayan sosyal yardım harcamaları 1986'da yüzde 18,4'ü bulduysa da, bu oran sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin bu konudaki harcamalarının altındadır. 1980'lerde ABD' de hükümetin sosyal yardımları azaltma çaba­sı büyük bir tepkiyle karşılaştı.
Böylece bu ülkelerde "sosyalizm", bazen tek partili bir yönetimin uyguladığı sanayileşme politikalarına dönüştü.
Avrupa!da ise 1950'lerden sonra sosyalist partiler kapitalist sistem içinde çözüm araya­rak, devletin ekonomiye, daha çok yön göste­rici yumuşak bir planlamayla müdahale etme­si görüşünü benimsedi. Bu partiler, demokra­tikleşmeye ağırlık vererek, zaman zaman sosyalist olmayan partilerle yönetimi paylaşan kitle örgütleri durumuna geldi. Avrupa'daki komünist partiler de yavaş yavaş SSCB'nin uyguladığı siyasetten bağımsızlaştı, içinde bu­lunduktan ülkenin koşullarında demokratik yoldan iktidara gelmeyi hedefleyerek devlet­leştirme ve dış politika konularında daha ılımlı bir yol izledi.
1985'te SSCB'de Mihail Gorbaçov'un yö­netime gelmesiyle dünya sosyalizmi farklı bir döneme girdi. Siyasette demokratikleşmeyi ve açıklığı, ekonomide merkezi planlamadan piyasa ekonomisine geçişi öneren Gorbaçov, uluslararası düzeyde de Doğu Avrupa ülkele­ri üzerinden SSCB denetimini kaldırdı. Bunu izleyen dönemde bazı Doğu Avrupa ülkelerindeki komünist parti yönetimleri iktidardan uzaklaştı. Komü­nist partiler adlarını sosyalist ya da sosyal demokrat olarak değiştirdi. Yapılan çok par­tili seçimlerde başka partilerle koalisyonlar kuran eski komünist partiler, kendi içlerinde de daha demokratik işleyiş mekanizmalarına yöneldi. Bu gelişmeler, dünyada sosyalizm- komünizm farklılaşmasını bir ölçüde giderir­ken, sosyalizm üzerine yeni tartışmaları baş­lattı,
SOSYAL YARDIM HİZMETLERİ, kamu ku­ruluşlarının ya da özel kuruluşların yardıma gereksinimi olan yoksullara, işsizlere, hasta ve özürlülere ya da yaşlılara sağladığı hizmet­lerdir. Bu gibi hizmetler birçok ülkede 20. yüzyılda gelişmiştir.
Ortaçağ Avrupa'sında, yoksullara yardım edebilecek başlıca kuruluş kiliseydi. Kilise daha çok manastırlar kanalıyla, özellikle eği­tim, yoksulların ve hastaların bakımı gibi, bugün sosyal yardım adını verdiğimiz hizmet­lerin çoğunu sağlıyordu. Loncalar da bu konuda hizmet verirdi.
Bu sistem bazı Avrupa ülkelerinde ve İngil­tere'de 16. yüzyılda etkisini yitirdi. 1601'de, Kraliçe I. Elizabeth döneminde İngiliz Par­lamentosu, Yoksullara Yardım Yasası'nı çıkardı. Bu yasanın amacı yaşlılara, yetim­lere, işsizlere yardımda bulunmaktı. Ne var ki, insanların yoksulluklarından kendilerinin sorumlu olduğunun düşünüldüğü bu dönem­de yardımlar gönülsüzce yapılır ve yetkililer yoksullara kötü davranırdı. Ayrıca yaşayabil­mek için para yardımı almak da utanılacak bir şey sayılırdı. Sosyal yardım hizmetleri ancak 19. yüzyılın sonlarında, o da ancak sayılı bazı ülkelerde yaygınlaştı.
18. yüzyılda birey haklan önem kazanmaya başlamıştı. İngiltere'de Sanayi Devrimi'nin yol açtığı kötü yaşam koşullan yüzünden insanlar sosyal reformların geciktirilmeden uygulanması gerektiği düşüncesindeydi. Elizabeth Fry (1780-1845) ve Lord Shaftesbury (1801-85) başta olmak üze­re, İngiltere'de sağlık sisteminin geliştirilme­si, hapishanelerin yaşanır duruma getirilmesi, kimsesiz çocuklann eğitilmesi gibi konularla ilgilenen birçok önemli sosyal reformcu vardı. Başanlı bir işadamı olan Charles Booth (1840-1916) aynı zamanda toplumsal sorunla­ra da ilgi duyuyordu. İnsanlann nasıl yaşadı­ğını, beklentilerinin neler olduğunu ve bunla- nn nasıl karşılanabileceğini anlamak amacıyla yaptığı araştırma şaşırtıcı bazı olgulan ortaya çıkardı. Life and Labour of the People in London (1889-91, 1892-97, 1902, 17 cilt; "Londra'da Halkın Yaşamı ve Çalışması") adlı bu büyük araştırmayı yaparken kendi gözlemlerinin yanı sıra bölgedeki din adamla- nnın, okullann ve hayır kuruluşlannın belge­lerinden yararlandı. Booth'un araştırmasına göre, Londra'da yaşayan ailelerin yüzde 30'undan çoğu umutsuz bir yoksulluk içindey­di. Yoksulluklarının nedeni ise suç işleme, içki ya da tembellik değildi, yani o günlerde birçok insanın düşündüğü gibi yoksullukları­na kendileri neden olmamışlardı. Çalışacak iş bulamamak, kocanın ya da ailenin geçimini sağlayan kişinin ölmesi, iflas, yaşlılık ve has­talık yüzünden yoksul düşmüşlerdi. Booth'un araştırması, o sırada koşullan iyileştirmek
amacıyla yeni yeni kurulmaya başlayan çeşitli sosyal yardım örgütlerinin gereksindiği bilgi­lerin çoğunu sağladı.
Yoksullar da birbirlerine yardım için kur­dukları bazı dernekler ve kurumlarda bir araya geldiler. Bu tür kuruluşlardan biri sendikalardı. Asıl amaçları daha iyi ücret ve çalışma koşulları sağlamak olsa da, sendikalar üyelerine çeşitli sosyal yardımlarda bulundu­lar.
Londra'da olduğu gibi, ABD'de Boston ve New York'ta da özel yardım girişimlerini örgütlemek için çaba gösterildi. Hızla gelişen bu kurumların yararlı işlevlerinden biri de sosyal yardım ve hizmet alanında çalışmak isteyen gönüllüleri eğitmek oldu. Bu çabala­rın doğrudan sonucu olarak ilk sosyal hizmet okulları kuruldu. Sosyal hizmette bulunmak, sosyal koşulları düzeltmeye ve kötü durumda­kilerin yararına bazı sosyal değişiklikler getir­meye yönelik bir meslek ortaya çıktı. Yavaş yavaş dünyanın çeşitli ülkelerinde devlet ku­ruluşları bu gibi hizmetlerin sorumluluğunu üstlendi.
Günümüzde sosyal hizmet alanında çalışan ve belli bir konuda yardım için gerekli beceri ve anlayışa sahip kimseye sosyal hizmet ya da sosyal çalışma uzmanı denir. Bazı acil durum­larda gönüllülerden de yardım istenebilir.
Sosyal hizmetler 20. yüzyılda yaygınlaştı. Yüzyılın başlarında İngiltere'de hükümet bir sağlık sigortası programını yürürlüğe koyma­nın yanı sıra, yaşlılar için emeklilik, işsizler için sigorta ödeneği ve bunun gibi bazı yar­dımlar sağladı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra dünya çapındaki Büyük Dünya Bunalımı yeni sorunlar doğurdu; milyonlarca insan birden­bire işsiz kalmıştı. II. Dünya Savaşı sırasında yeni bir sosyal hizmet programı yürürlüğe kondu. Buna göre çocukların giderlerini kar­şılamaya yönelik aile yardımı, herkesi kapsa­yan ulusal sigorta programı, eski ve artık işlevini yitirmiş Yoksullara Yardım Yasası'nın yerine bir ulusal yardım programı ve çocuklar için yeni bir parasız eğitim sistemi geliştirildi.
Almanya'da 1880'lerde Bismarck döneminde devlet fonundan karşılanan bazı sosyal yardım hizmetleri baş­latıldı. Başka bir öncü ülke de, 1890'larda yaşlılara emekli maaşı bağlanmasını öngören çeşitli yasalar çıkaran Yeni Zelanda'dır. 1930'larda Yeni Zelanda'da hastalara, işsizle­re, iş kazasına uğrayanlara ve yaşlılara yardım için kapsamlı bir sosyal güvenlik sistemi geliştirildi ve hemen hemen parasız bir ulusal sağlık hizmeti sağlandı.
ABD'de devlet fonundan sağlanan sosyal yardım ve hizmetler, İngiltere, Avrupa ve Yeni Zelanda'dan biraz daha geç başlatıldı. 1930'larda, Büyük Dünya Bunalımı dönemin­de Başkan Franklin D. Roosevelt, 13 milyon işsiz ve 5 milyon yoksul aileye yardım için "Yeni Düzen" adını verdiği ekonomik ve toplumsal reform programını başlattı. Roose­velt, özel sektörün iş sağlayamadığı durumlar­da hükümetin ülke ekonomisine karışması gerektiğine inanıyordu. 1935 Sosyal Güvenlik Yasası, işsiz kalan işçilere yardım etmek ve 65 yaşından sonra emekliye ayrılan işçilere emeklilik aylığı bağlayabilmek için fon sağla­mak amacıyla çıkarıldı.
Bugün ABD'de sosyal yardım ve hizmetle­rin kapsamı genişletilerek aşırı yoksulluk için­de yaşayan ailelere acil yardım, özürlülere ve ailelerine yardım, konut yardımı, yaşlılar için sağlık sigortası, yiyecek kuponları, okullarda öğle yemeği, vergi bağışıklığı, çocuklar için gündüz bakımı ve bakıcı aile olanakları, uyuşturucu ve alkol bağımlılarının tedavisi gibi hizmetler sağlanmaktadır. 1980'lerin baş
Günümüzde Hollanda, Fransa, Almanya ve İskandinav ülkelerinde bu konuda önemli kazanımlar sağlanmıştır.
Genel olarak bütün sosyalist ülkelerde sos­yal yardım hizmetlerinin yürütülmesi hükü­metin sorumluluğundadır. Başta parasız sağ­lık hizmetleri ve her düzeyde parasız eğitim olmak üzere her türlü sosyal güvenceyi sağla­mak devletin görevidir.
1920'lerin başında, dünyada sağlık hizmet­lerini parasız olarak sağlayan ilk ülke SSCB olmuştur. Bugün SSCB'de tüm yurttaşlar, yaşlılık, hastalık, iş görmezlik ya da evin geçimini sağlayan kişinin yitirilmesi durumla­rında sosyal güvenlikten yararlanırlar. Sosyal sigorta tüm çalışanların ve ailelerinin sağlık harcamalarını, doğum sonrası izinli oldukları sürece ücretlerini ve iş değiştiren kişilerin yeni iş bulununcaya kadar geçimini sağlaya­cak ödemeleri karşılar. Sosyalist ülkelerde çalışma hem bir hak, hem de görev olarak kabul edildiğinden işsizlik günümüze kadar önemli bir sorun olmamıştır. Bu nedenle işsizlik ödenekleri sosyal güvenlik sistemi içinde önemli bir yer tutmaz.
Okulöncesi çocukların bakım ve eğitimi de sosyal güvenlik kapsamındadır. Ayrıca tüm okullarda eğitim parasızdır. Bekâr yaşlı kadın ve erkeklerin bakımı ve sağlık hizmetleri de sosyal güvenlik kapsamındadır. Bu kişiler devlete ait bakımevlerinde parasız bakılırlar.
SSCB'de sosyal güvenlik ve yardım hizmet­leri için gereken harcamalar sosyal tüketim fonundan karşılanır. Bu fon SSCB'de kirala­rın düşük tutulmasını da sağlamakta, fondan sağlanan yardımla kiralar üçte iki oranında düşürülmektedir.
Sosyal hizmetlerin görece sınırlı olduğu Angola, Mozambik, Gana gibi bazı Afrika ülkelerinde 1980'lerde yasal düzenlemeler ya­pılarak, aşamalı bir sosyal güvenlik sistemi kuruldu. Honduras, Venezuela gibi Orta ve Güney Amerika ülkelerinde de yeni yasalarla sosyal yardım ve hizmetlerin kapsamı genişle­tildi. 

Türkler'de Sosyal Yardım Hizmetleri

Türkler yüzyıllar boyunca, kan bağıyla birbirine bağlı küçük topluluklar halinde yaşadıkların­dan aralarındaki sosyal yardımlaşma da güç­lüydü. İslam dinini kabul etmelerinden sonra Türkler arasında sosyal yardım etkinliği daha çok vakıflar eliyle yürütülmeye başlandı. Va­kıflar sağlık ve eğitim gibi sonraları büyük ölçüde devletin üstleneceği görevleri yerine getirmenin yanı sıra, sosyal yardım kapsamı­na giren pek çok gereksinimi de karşılamaya çalıştılar. Örneğin yoksulların barınma, yeme içme gereksinimleri için imarethaneler, yolcu­ların konaklaması için kervansaraylar gibi yapılar vakıflarca kurulmuş ve işletilmiş, bun­dan başka günümüzde belediyelerin yürüttü­ğü hizmetlerin çoğu hep vakıflar eliyle karşı­lanmıştır. Ayrıca birçok küçük vakıf da ma­halle, köy, kasaba gibi belirli bir çevrenin çeşitli sosyal yardım gereksinimlerini karşıla­maya yönelik etkinliklerde bulunmuştur. Ama vakıf kurumu vakfı yapanın isteği doğ­rultusunda çalıştığı için sosyal yardıma gerek duyulan pek çok alan açıkta kaldığı gibi, zaman içerisinde çeşitli nedenlerle geliri aza­lan ya da tükenen birçok vakıf da hizmetine son vermek zorunda kalmıştır. Tanzimat dö­neminde vakıfların denetimi yeni kurulan
Evkaf Nezareti'ne (Vakıflar Bakanlığı) veri­lerek daha etkili çalışmaları sağlanmış, ayrıca savaşta ve barışta felakete uğrayanlara yar­dım amacıyla Kızılay kurulmuştur. Bu girişim sosyal yardım amacına yö­nelik yerel ya da bölgesel etkinlik gösteren birçok başka derneğin de kurulmasına yol aç­mıştır.
Cumhuriyet döneminde sosyal yardım et­kinlikleri devlet örgütlenmesi içine alınarak bu görev Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı' na verilmiştir. Kızılay'ın yanı sıra yeni kuru­lan ve ülke çapında örgütlenen Çocuk Esirge­me Kurumu, Yardım sevenler Derneği gibi kuruluşlar da bu yolda etkinlik göstermeye başlamışlardır. Ayrıca çeşitli kamu kurumla­rı, belediyeler ve özel kuruluşlarla vakıflar da yerel ya da bölgesel olarak birçok sosyal yardım hizmetini üstlenmişlerdir. Devletin sosyal yardım alanındaki örgütü 1983'te çıka­rılan bir yasayla yeniden düzenlenmiş, Çocuk Esirgeme Kurumu da devlet örgütü içine alınarak başbakanlığa bağlı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlü­ğü kurulmuştur. Bu alandaki son girişim 1986'da kabul edilen bir yasayla oluşturulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu'dur. Fonun amacı yasada, "sosyal ada­leti pekiştirme ve adaletli gelir dağılımını sağlama" olarak belirtilmiştir. Fona her yıl devlet bütçesinden ödenek ayrılmakta, ayrıca çeşitli vergilerden, mal ve hizmet karşılığı elde edilen gelirden belirli paylar aktarılmak­tadır. Fonda biriken paralar her il ve ilçede kurulan vakıflar aracılığıyla ihtiyaç sahipleri­ne geçici ya da sürekli yardım biçiminde dağıtılmaktadır. Bütün bunlara karşın Türki­ye'de sosyal yardım etkinlikleri henüz çok yetersiz durumdadır. Örneğin Devlet İstatis­tik Enstitüsü'nün verilerine göre 1988'de Sos­yal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağlı 62 çocuk yuvası, 85 yetiştirme yurdu, 3 rehabilitasyon merkezi bulunmaktaydı. Bura­larda hizmet verilen insan sayısı 20 bin dola­yındaydı. Oysa aynı yıl Türkiye'de 1 milyon­dan çok özürlünün ve 4 milyonu aşkın korun­maya muhtaç çocuğun hulunduğu saptanmıştı. Gene aynı yıl 60 ve daha yukarı yaş grubunda­ki bakıma muhtaç insan sayısı 3 milyon dolayında iken kamu kurumları, belediyeler,vakıflar ve derneklerin elindeki toplam 60 huzurevinde ancak 7.083 kişiye hizmet verile­bilmekteydi.
Yardım hizmetlerinin sosyalleştirilmesi ilkesi çoğu ülkede, çalışan herkesin gelirlerinin bir bölümünün toplanarak bir fonda biriktirilme­si ilkesine dayanır. Eğer biri işsiz kalmışsa ya da çalışamayacak kadar hastaysa bu fondan yardım alabilir. Bunlar, işsiz kişinin ve ailesi­nin temel gereksinimlerinin çoğunu karşılaya­cak olan parasal ödemelerdir. Kişi emeklilik yaşma geldiğinde fondan emeklilik maaşı almaya hak kazanır.
Halkın, merkezi bir fona katkıda bulunma­sının bir yolu da vergilendirmedir. Vergi gelirlerinin bir bölümü, yoksullara para yardı­mı için ayrılır. Ayrıca yardım kurumları da parasal destek sağlar.
Ana ve çocuk sağlığı, aile planlaması gibi ailelere; kötü davranılan ya da terk edilen çocukların korunması gibi çocuklara yönelik hizmetler de sosyal yardım kapsamına girer. Örneğin, bazı çocuklar ana babalarından da­yak yedikleri için kendi evlerinde normal bir yaşam sürdüremezler. Bu gibi çocukların bakıcı ailelerin evlerine ya da çocuk yuvaları türünden kurumlara, belki de geçici bir süre için yerleştirilmeleri gerekir. Gençlerin boş zamanlarını değerlendirmekten, suç işlemiş gençlerin yeniden topluma kazandırılmasına kadar bir dizi gençlik sorunuyla ilgilenen sosyal hizmet kurumları da vardır. Göçmenle­re, etnik gruplara, özürlülere, yaşlılara yöne­lik sosyal hizmetlerin önemi giderek artmak­tadır.
Bunlar çoğu zaman bireylerin özel gereksi­nimlerine göre yardım sağlamak durumunda­dır. Örneğin, bedensel özürlü kişilere sağla­nacak yardım bir insandan öbürüne çok deği­şir. Dolayısıyla kişinin özel durumuna uygun hizmetlerin yerine getirilmesi gerekir. Yar­dım çoğu zaman bu konuda yetiştirilmiş bir kişi tarafından sağlanır. Zor durumda olan bir insanın öğüde, rehberliğe, sevecenliğe, anla­yışa ve güvene gereksinimi vardır. Bir kazada görme yetisini yitiren kimsenin yeni yaşamına uyum sağlayabilmesi için Braille alfabesi­ni öğrenmek, sokakta yürümeyi başarmak, yeni bir iş bulmak gibi sorunları olacaktır. Sosyal hizmet görevlisinin işi, ona bu konular­da tüm yetilerini kullanarak yardımcı ol­maktır.
Sosyal yardım programları birkaç nedenle eleştirilere uğramıştır. Bu programların çok pahalıya mal olduğu ve kötüye kullanılabile­ceği öne sürülmüştür. Eleştirenler, bazı insan­ların çalışmaktansa yardımla geçinmeyi yeğle­dikleri, bu nedenle de işsiz kalmalarının kendi suçları olduğu kanısındadır. Oysa, özellikle işsizliğin yoğun olduğu dönemlerde insanların sosyal yardıma gerçekten gereksinmesi var­dır.
SOSYOLOJİ
 İnsanlar eskiçağlardan bu yana küçük ya da büyük topluluklar içinde yaşar. Aile, kabile, köy, kent, okul, iş çevresi, ordu birer topluluktur. İnsan ailesinden, okuldan ve içinde bulunduğu çevreden etkilenerek, birtakım davranışlar, düşünce ve inançlar edinir. Çevrede gelişen toplumsal olaylar kişiyi farkına varmaksızın etkiler. Sosyoloji ya da toplumbilim, insan toplumlarının yapı­sını, toplumlararası ilişkileri, toplumsal grup­ların örgütleniş biçimlerini ve bu grupların bireysel davranışlar üzerindeki etkisini incele­yen bir bilimdir. Toplumbilimci olarak da bilinen sosyologlar, toplumsal gruplarla ilgili araştırmaları yürütür, sonuçlar çıkarır ve bu sonuçlardan kalkarak, bazı toplumsal sorun­lara çözüm önerileri getirir. Sosyologların incelediği bu gruplar aile gibi küçük, siyasal örgütler ya da sendikalar gibi büyük kurumlar olabilir. 
Sosyolojinin bir bilim olarak doğuşunda etkili olan düşünceler 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıktı. Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi Avrupa'da büyük sarsıntılara neden olmuş, önemli toplumsal ve ekonomik değişimlere yol açmıştı.Toplumların bilimsel olarak incelenme­si ve sorunlara çözüm arayışları 19. yüzyılda, felsefe ile bilim arasında kesin bir ayrıma yol açtı. İlk sosyologlar biyoloji ve evrim kuram­larından etkilendi.Sosyoloji terimini ilk kez kullanan Fran­sız düşünür Auguste Comte (1798-1857), top­lumun yapısını ve toplumsal değişmenin tari­hini inceledi. Nesnel araştırmayla kazanılmış bilgi dışındaki bilginin değeri olmayacağını savunan Comte, bir bilimler sıralaması yapa­rak, en yeni bilim olan sosyolojinin tüm bilim dallarını birleştirici niteliğini vurguladı. Com- te'a göre sosyoloji, toplumsal olaylara özgü temel yasaların olgulardan yararlanılarak in­celenmesine dayanıyordu.
Fransız sosyolog Emile Durkheim (1858- 1917) Toplumbilimsel Yöntemin Kuralların­da (Regles de la methode sociologique\ 1895) kuramsal sosyolojiyi deneysel araştırmayla birleştiren yöntemini açıkladı. Fransız sosyo­loji okulunun kurucusu olarak kabul edilen Durkheim'la birlikte sosyoloji, hukuk, ikti­sat, sanat tarihi gibi alanlardaki araştırmala­rın ufkunu genişletici temel bir bilim dalı haline geldi. Emile Durkheim'ın İntihar (le Suicide; 1897) adlı araştırması yöntem ve bi­limsel gerçekçilik açısından son derece başarı­lıydı.
Gene aynı dönemde İngiliz sosyolog ve işadamı Charles Booth (1840-1916), Life and Labour of the People in London (1889-91, 1892-97, 1902; "Londra'da Halkın Yaşamı ve Çalışması") adlı 17 ciltlik yapıtında toplumsal sorunlara ilişkin pek çok bilgi toplamıştı. İngiliz sosyolog Benjamin Seebohm Rown- tree'nin (1871-1954) York'ta işçi konutları konusundaki araştırması Poverty; A Study of Town Life (1901; "Yoksulluk; Kent Yaşamı Üzerine Bir İnceleme") deneysel sosyolojinin temel kitapları arasına girdi.
19. yüzyılda, genellikle gözlem yoluyla yapılan ve sistemli bir yöntem izlemeyen sosyoloji araştırmaları çok sayıda olgunun toplanmasına dayanıyordu. 20. yüzyılın başın­da ABD'de Chicago Üniversitesinde ilk kez alan araştırmasına, girişildi. (Günümüzde de uygulanan alan araştırması, çeşitli toplumsal olguların örnekleme yoluyla seçilen somut örnekler üzerinde incelenmesi yöntemidir. Buna göre, incelenmek istenen bir birey, olay ya da toplumsal grup içinden sınırlı sayıda birim, yığını temsil edebilecek biçimde, rast- gele ya da başka yollarla seçilir.) Yüzlerce öğrencinin katıldığı bu çalışmalarda, edinil­miş bilgilerden yararlanmak yerine, inceleme konusu olan yerdeki insanlarla ilişki kurula­rak bilgi ediniliyordu. Araştırmanın niteliğine göre, suçluların genel olarak barındığı yerlere ya da intihar oranının yüksek olduğu bölgele­re gidiliyor, terk edilmiş çocuklar ya da boşanmış çiftlerle ilgili bilgi toplanıyor, çevre­deki toplumsal hareketlilik inceleniyordu. 1920'lerde ABD'de, Chicago Üniversitesi'n­de öğretim üyesi olan Robert E. Park (1864-
1944) etnik azınlıklar, özellikle de Siyahlar üzerindeki çalışmalarıyla tanındı. Ernest W. Burgess (1886-1966) ile birlikte, sosyolojinin klasiklerinden sayılan Introduction to the Sci­ence of Sociology(1921; "Sosyoloji Bilimine Giriş") adlı ders kitabını yazdı. Burgess ise özellikle ailenin doğası ve yaşlılar konusunda­ki araştırmalarıyla tanındı.
Alman sosyolog Georg Simmel (1858-1918) kullanılacak araştırma yöntemleriyle ilgili önemli çalışmalar gerçekleştirdi. Din sosyolo­jisi ve yöntembilim üzerine araştırmalarıyla tanınan Max Weber (1864-1920) ise sosyoloji­nin, insanları davrandıkları ve düşündükleri gibi yansıtmaya çalışması gerektiğini vurgu­ladı.
İş sosyolojisi, toplumsal sınıflar sosyolojisi, din sosyolojisi, hukuk sosyolojisi, bilgi sosyo­lojisi gibi alanlara yayılan ve giderek kapsamı genişleyen sosyoloji, 20. yüzyılın ikinci yarı­sında sanat, edebiyat, moda, şehircilik, din­lenme, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, kitle iletişim araçları, uluslararası ilişkiler gibi alanlarda da araştırmalara yöneldi.
Toplumsal olaylar çok yönlüdür; durmadan değişir, zaman ve çevreye göre nitelik değişti­rir. Bu nedenle sosyolojide kullanılan gözlem ve deneyler dolaylı ve sınırlıdır. Sosyoloji, tarih ve antropoloji gibi bilimlerden ve istatis­tik gibi inceleme yöntemlerinden yararlanır.Toplu­mun bugünkü durumuna ilişkin bilgi edin­mek, çeşitli toplumsal olayların değişimini incelemek için istatistiklere başvurulur. Sağ­lıklı istatistikler, bir toplumun genel durumu­na ilişkin grafikler ve rakamlarla kesin bilgi verir. Örneğin istatistiklerde işsizlik, cina­yet ve intiharların arttığı görülüyorsa, söz konusu toplumun bir bunalım içinde olduğu anlaşılır.
Bir başka gözlem yöntemi de monografi' dir. Monografi özel bir toplumsal olaya ya da gruba ilişkin olarak hazırlanan ayrıntılı bir incelemedir. Bir monografide öğrenilmek is­tenen bilgileri saptayan çizelgeye soru çizelge­si dendiği gibi anket ya da soruşturma da denir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder