Ana Sayfa Bilgi Bankası

20 Aralık 2010 Pazartesi

Budist Felsefe

Yeni bir din ve felsefe olan Budizm'in Hindistan'da ortaya çıkışı, Sokrates öncesi felsefenin Yunanistan'da ortaya çıkışıyla yaklaşık aynı döneme denk gelir. Bu bağlamda, 'Budist felsefe' bu dinin Hindu kurucusu Siddartha Gautama'ya (M.Ö. yaklaşık 563 - 483) kadar dayanan inanç ve felsefî tutumlara işaret eder. Daha sonraları Tibet ve Doğu Asya'dakiler gibi başka kültürlerde ortaya çıkan diğer Budizm formlarını burada ele almayacağız.

Siddartha Gautama, Hindistan'daki birçok kutsal adamın yaptığı gibi, çileci bilge bir adam olarak dolaşmak için karısını ve evini terk etti. Yıllarca nefsini ka*tı bir şekilde terbiye ettikten sonra, hâlâ insan hayatıyla ilgili temel meseleler hakkında bir şey bilmediğini (avidya) fark etti. Bunun ardından nefis terbiyesinden vazgeçti ve tefekkürle dolu sıradan bir hayat tarzını tercih etti. Bir süre sonra, Gautama yeni bir öğretiyle ortaya çıktı. Sonunda doğru yolu bulmuştu. 'Buddha' (aydınlanmış kişi) olmuştu.

M.Ö. 5. yüzyılda Hindistan'daki manevi hayat, Upanişadlar'ın Hint düşünce*sinde önemli bir yer işgal etmesine rağmen, hâlâ Vedacı geleneğin izlerini taşı*yordu. Buddha'nın yeni öğretisi eski Vedacı literatür ile tüm ritüel ve ayinlere keskin bir şekilde zıtken, diğer yandan da Upanişadların bazı parçalarının eleş*tirel bir şekilde değiştirilmiş halini temsil ediyordu. Aykırı bir şekilde Buddha, spekülatif ve dini düşünceye karşı oldukça olumsuz bir tavır sergiler. Modern yorumlar bu yüzden biraz da anakronizm riskini taşıyarak Buddha'yı bir 'empirisist' ve 'septik' olarak tasvir ederler. (Buda'ya atfedilen metinler, daha son*raları ona yönelen tapınmaya giden yolu hazırlar). Dolayısıyla, Budizm'i 'ate*ist', yani Tanrı konusunda sistematik bir teoloji ya da öğreti sunmayan bir din olarak tanımlamak, belli bir ölçüde doğru olacaktır.

Upanişadların birçoğuyla aynı çizgide olarak yeni öğreti, bireyin özgürlüğünü ve kurtuluşunu amaçlar. Buddha bu amacı Nirvana bir çok yönden diğer geleneklerdeki Mokstıaya karşılık gelen bir terim - olarak tanımlar. Nirvana ya ulaşmak isteyenler felsefî ve dinî doktrinler de dahil olmak üzere kendilerini bu dünyaya bağlayan her şeyden azat etmelidir. Parlak bir sal benzetmesiyle Buddha bunu şöyle açıklar: Bir adam tehlikeli bir nehri geçmek zorundadır. Ağaç dallarını ve sürgünleri bir araya toplar ve kendisini karşı kıyıya taşıyacak bir sal yapmak için bunları birbirine bağlar. Güvenli bir şekilde karşı kıyıya geç*tikten sonra kendi kendine şöyle der; bu sal gerçekten iyi ve kullanışlı. Bunu ya*nımda, başımın üstünde taşıyacağım. Adam bu şekilde artık ihtiyacı olmayan bir salla birlikte seyahat eder. Hikayeden çıkan ders yeni öğretinin tıpkı bu sa*la benzediğidir. Amacı nehri geçmek, Nirvanaya ulaşmaktır; bundan öte taşın*masına gerek yoktur. Felsefenin amacıyla ilgili benzeri örnekler felsefe tarihi boyunca farklı zamanlarda da ortaya çıkar: Felsefe önemli bir araçtır, 'sahip olunması hoş' bir şeyden ibaret değildir.

Buddha'nın öğretisi hem çok derin hem de anlaşılması güçtür. Burada sade*ce O'nun 'dört katlı asil gerçeğinin' ana noktalarını belirtebiliriz:

Acı Çekmenin (Dukkha) Asil Gerçeği şudur: Doğum acıdır; yaşlanma acıdır; hastalık acıdır; ölüm acıdır; keder ve ağıt, ıstırap, elem ve ümitsizlik acıdır; hoş olmayanla ilişki acıdır, hoş olandan ayrılmak acıdır; istediğini elde edememek acıdır. Kısacası, toplam beş bağlılık acıdır.

Acının Kaynağıyla İlgili Asil Gerçek şudur: Ateşli tutkuyla bağlı bu iştiyak (şiddetli arzu), yeniden varoluşu ve yeniden oluşu doğurur. Kah orada kah bu*rada taze bir haz bulur; yani duyu hazzına olan iştiyakta; varlık ve oluşa duyu*lan iştiyakta; ve yokluğa (kendini yok etme) duyulan iştiyakta.

Acının Kesilmesinin Asil Gerçeği şudur: Bu iştiyakın tamamen kesilmesi; bundan vazgeçme, bunu terk etme, kendini bundan serbest kılma ve koparma.

Acının Kesilmesine Giden Yolun Asil Gerçeği şudur: Bu, sekiz kıvrımlı asil bir yoldur: Yani doğru bakış, doğru düşünce, doğru konuşma, doğru davranış, doğru maişet, doğru çaba, doğru hatırlayış; doğru yoğunlaşma.14

Dört Katlı Asil Gerçek öğretisi, Arthur Schopenhaur tarafından kötümser bir şekilde yorumlanmıştır. Schopenhauer sistematik olarak Doğulu hikmetle meş*gul olan ilk Batılı felsefecidir. Schopenhauer, Buddha gibi hayatın sefaletini ve varlığın boşluğunu başlangıç noktası olarak aldı: Her şey aptalca, kör ve doy*mak bilmez bir yaşama ihtiyacıyla kuşatılmıştır. İşte bu yüzden varlığımız endi*şe ve ıstırap doludur. Hoşnutsuzluk ve acı temel deneyimlerdir; arzu, ebedi ha*yata duyulan iştiyak bir anlık söndüğünde ortaya çıkan bir yanılsamadan iba*rettir. Hayatın acısından kurtuluş sadece yaşama arzusunu inkar etmekle müm*kün olur. Önerdikleri çözümler aynı doğrultudadır: Buddha şiddetli arzu ve is*teği söndürmek ister; Schopenhauer yaşama isteğini söndürmek ister. Böylece
eylem için geriye hiçbir güdü kalmayacaktır. Schopenhauer, bütün arzunun Susturulduğu zihinsel sükunet ve nihai kurtuluş halini Nirvana olarak isimlen*dirir-Schopenhauer'ın, Dört Katlı Asil Gerçek Öğretisine dair sunumu aşırı de*recede kötümser olabilir; belki de bu yorum açıklığa kavuşturduğundan daha fazlasını muğlaklaştırır.

Schopenhauer'ın öğrencisi olan Friedrich Nietzsche, Budizm'e Batılı bir yüz kazandırmıştır. Nietzsche'ye göre Budizm'in ideali insanı 'iyi' ve 'kötü'den ayırmaktır- Bu Budizm'in acıya karşı mücadeleye en temel katkısıdır. Nietzsche'nin felsefesinde Budizm, Platoncu metafizik ve Hıristiyanlıkla olan mücadelede bir müttefiktir: 'Çarmıha gerilene karşı Buddha'. Schopenhauer'ın ve Nietzschtfitnn Buddha'yı ne ölçüde bir kifayetle anladıkları hala tartışmaya açık bir konumdur.

Budizm'deki başka bir tartışmalı sorun benlik öğretişidir. Buddha'nın temel fikirlerinden biri de dünyanın şeyler ya da tözler olarak değil, işleyişsel olarak anlaşılmasıdır. Dolayısıyla, kalıcı bir benlikten ya da 'ben'den bahsedemeyiz; benlik bireyden önce gelen ruhi bir töz olamaz. Her saniye kişiliğimizi oluştu*ran fani ve geçici bilinçlilik durumlarının bir akışını tecrübe ederiz sadece.

Modern yorumcular bu noktada, Buddha ile David Hume (1711-1776) gibi deneyci felsefeciler arasında benzerlikler bulur. Hume, Buddha konusunda bir bilgisi olmamasına rağmen, zihinsel töz fikrine karşı benzeri bir eleştiri getirmiştir . 19. yüzyılın sonunda Nietzsche, töz çerçevesinde düşünme konusunda benzeri bir eleştirinin sözcülüğünü yapmıştır. Hayret verici şekilde bu, modern öncesi ve post modern felsefenin buluşma noktası olmuştur.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder