Ana Sayfa Bilgi Bankası

4 Ocak 2011 Salı

Türk Tiyatrosu,Geleneksel Tiyatro,Batı Etkisi Altında Gelişen Tiyatro,Cumhuriyet Dönemi Oyun Yazarları

Türkler de tiyatro sa­natının başlangıcı Orta Asya'da yaşadıkları dönemlerin birtakım törenleri ile ilkel taklit gösterilerine kadar uzanmaktadır. Ama bu sanatın gelişmesi Türkler'in Anadolu'ya gel­meleri, özellikle de 1453'te İstanbul'u fethet­meleri ve burayı başkent yapmaları ile daha da hızlanmıştır. Bu dönemden sonraki Türk tiyatrosu geleneksel tiyatro ve batı etkisi altında gelişen tiyatro olarak ele alınabilir.
Geleneksel Tiyatro
Tiyatro tarihçileri bu başlık altında genellikle "seyirlik köy oyunları", "kukla", "meddah", "Karagöz" ve "ortaoyunu" gibi gösteri türle­rini inceler. Şarkı, dans ve söz oyunlarına dayanan geleneksel tiyatro yazılı bir metne dayanmaz. Güldürü öğesi ön plandadır. Ge­nellikle sahnesiz bir tiyatrodur. Bunlardan seyirlik köy oyunlarının kökeni tarihöncesi bolluk törenlerine ve ilkel inançlara uzanır. Bunlarda Türkler'in Orta Asya'dan getirdik­leri inançların izleri olduğu gibi, Anadolu'da daha önce yaşamış olan toplulukların kültür­lerinin de katkısı vardır. Bu oyunların başlan­gıçtaki amaçları zamanla değişmiş olsa bile, Türk köylüsünün bu geleneği sürdürdü­ğü görülür. Seyirlik köy oyunlarının başlıca türleri şunlardır: Ölüp dirilme, kız kaçırma, günlük hayattan sahneler, esnaf oyunları, tarımla ilgili oyunlar, hayvan benzetmeleri, şakalar ve dilsiz oyunları, çoban oyunları, efsane ve masallardan oyunlar (Keloğlan, Köroğlu, Köse vb).
Kukla ise Türkler'in Anadolu'ya geldikle­rinde birlikte getirdikleri bir gösteri sanatıdır. İstanbul'da Osmanlı döneminde el kuklası, ipli kukla, sopalı kukla, araba kuklası, yer kuklası, ayak kuklası, iskemle kuklası gibi değişik türde kukla gösterileri 19. yüzyıla kadar geliştirilerek sürdürülmüştür. Ama kukla sanatı, belki de ondan daha eski bir gösteri türü olan meddahlık ve İstanbul'a 16. yüzyılda geldiği sanılan Karagöz kadar yaygın olmamıştır.
Meddahlık, bir konuyu oynayarak anlatma sanatıdır ve İslam ülkelerinde oldukça yaygın bir gelişme alanı bulmuştur. Öbür gösteri türlerinde güldürüye ağırlık verilmesine karşı­lık meddahlıkta acıklı, duygusal, dinsel ve kahramanlıkla ilgili konulara da rahatlıkla yer verilebiliyor; dinleyicilerle özdeşlik kurutabi­liyordu. Aynı zamanda "kıssahan" diye anılan meddahlar, sarayda olduğu gibi halk arasında da büyük ilgi görmüş, özellikle kahvehaneler­de İstanbullular'ın eğlence gereksinimini yüz­yıllar boyunca karşılamıştır. Fatih Sultan Mehmed'in sarayında Mustafa, Balaban Lâl ve Ömer adlı kıssahan ve nedimleri daha sonra, II. Selim döneminde Nakkaş Hasan, Çok yedi Reis, III. Murad döneminde ise Meddah Eğlence, Lâlin Kaba diye bilinen Bursalı Seyit Mustafa Çelebi ve Derviş Hasan gibi meddahlar izlemişlerdir. Bu geleneksel "temaşa" türü İstanbul'da Cumhuriyet döne­minin ilk yıllarına kadar daha pek çok sanatçı yetiştirmiş, bunlardan Şükrü Efendi, İsmet Efendi ve Meddah Sururi gibi sanatçıları gö­rüp dinlemiş olan bazı İstanbullular onların ününü canlı birer tanık olarak günümüz ku­şaklarına bile iletmiştir.
Meddahlık sanatı, İmitatör Rasih'le birlikte bir ölçüde zamana uymuş, 1940'larda ise ünlü sinema ve seslendirme sanatçısı Ferdi Tayfur meddahlığa tam anlamıyla çağdaş bir nitelik kazandırmıştır. Günümüzde Celal Şahin ve
Orhan Boran gibi bazı sanatçıların bu gele­neksel sanat türünü günün koşullarına uygun bir biçim ve içerikle sürdürdükleri, ünlü tiyatro oyuncularından Erol Günaydın'ın ise meddahlığı geleneksel özellikleri içinde yaşat­maya çalıştığı söylenebilir.
Türkler'in toplumsal yaşamında önemli bir yeri olan bir başka geleneksel gösteri türü de, bir çeşit gölge oyunu olan Karagöz'dür. Göl­ge oyununun kökeni konusunda değişik gö­rüşler ileri sürülmektedir. Eldeki kaynaklara göre bu sanatın Cava, Endonezya ya da Çin gibi bir Uzakdoğu ülkesinde ortaya çıkmış ve Hindistan üzerinden Ortadoğu'ya gelmiş ol­ması akla yakındır. Bazı kaynaklar Karagöz' ün 14. yüzyılda Orhan Gazi zamanında Bursa'da ortaya çıktığını ileri sürüyorsa da, gü­nümüzde daha yaygın bir görüşe göre Türk­ler gölge oyunu tekniğini 16. yüzyılda Mısır' dan almış ve bu oyun türüne Karagöz adı al­tında kesin biçimini 17. yüzyılda kazandırmış­lardır.
Karagöz de meddahlık gibi, bir kişinin yaratıcılığına dayanan bir gösteri türüdür. "Hayalî" ya da "hayalbaz" denilen karagöz­cünün bir de "yardak" adı verilen yardımcısı vardır. Klasik bir Karagöz oyunu genellikle dört bölümden oluşur:
1)Hacivat'ın semai söyleyerek perdeye gel­diği ve perde gazelini okuduktan sonra dua edip Karagöz'ü perdeye çağırdığı "mukaddime"(giriş) bölümü; 2) Hacivat'la Karagöz arasın­da geçen ve doğrudan doğruya konuyla ilgisi olmayıp daha çok Karagöz'ün yanlış anlama­larından ortaya çıkan güldürücü "muhavere" (karşılıklı konuşma) bölümü; 3) başka kişile­rin de katıldığı ve oyuna adını veren olayların yer aldığı "fasıl"; 4) Karagöz'le Hacivat ara­sında geçen kısa bir uzlaşma konuşmasıyla noktalanan "bitiş" bölümü.
Karagöz oyunlarının konuları çoğunlukla gerçek yaşamdan alınmış sahnelerden oluşur: Mahalle yaşayışı, esnaf ve evlenme töreleri, toplumsal ve siyasal taşlamaya elverişli olay­lar gibi. Bunun dışında Ferhad ile Şirin, Tahir ile Zühre, Arzu ile Kamber gibi halk hikâyele­rinden, olağandışı öğelere yer veren masallar­dan da yararlanıldığı görülür. Sarayda oynatı­lan örneklerinde belli bir inceliğe ulaşan Karagöz oyunlarının, özellikle Osmanlı toplu­munun kadınların ve erkeklerin birlikte eğ­lenmelerini yasakladığı bağnaz dönemlerin­de, daha çok yetişkin, erkek seyircilerin gittiği kahvehanelerdeki gösterilerinde açık saçık bir kimliğe büründüğü de göze çarpar. Karagöz'ün başlıca dağarcığı 28 oyundan oluşmakla birlikte, zaman zaman güncel olay­lardan da esinlenerek yeni Karagöz oyunları­nın türetildiği görülmüştür. Oyunun iki baş kişisi halk zekâsını ve halkın güldürü anlayışı­nı simgeleyen Karagöz ile halkın gözündeki bilgiç Osmanlı "münevverini" temsil eden, ama bir yandan da Karagöz'e ve mahalleliye yardımdan geri kalmayan Hacivat'tır. Bunlar dışında Tiryaki, giyimine düşkün Mirasyedi
Çelebi, genellikle "zenne" denilen genç kadın tipleri, mahallenin aptalı Beberuhi, Tuzsuz Deli Bekir, Zeybek gibi kabadayı ve külhan­beyi tipleri, Kürt, Laz, Kastamonulu, Bolulu, Acem, Rumelili, Yahudi, Rum, Ermeni, Arap, Zenci, Frenk gibi taşralı ya da azınlık­tan olup şive taklidi yapan ve Osmanlı İmpa- ratorluğu'nun değişik kesimlerinden gelip İs­tanbul'da toplanmış olanlar ile cin, büyücü, yılan ve canavar gibi olağanüstü yaratıklar vardır.
Geleneksel Türk tiyatrosunun parlak bir örneği olan Karagöz'ü 16. yüzyıldan bu yana pek çok usta hayalci geliştirip zenginleştirmişse de bu sanat türünün bütün inceliklerini bilen geleneksel hayal ustalarının nesli artık tükenmiştir. Karagöz sanatını zamanımıza kadar getirmiş büyük hayalciler arasında Ha­yali Memduh Bey ile Hayali Küçük Ali'den sonra günümüzde bu sanatı yaşatmaya çalışan Tacettin Diker ve Metin Özlen'in adlarını da anmak gerekir.
Geleneksel Türk tiyatrosunun birçok ba­kımlardan Karagöz'e benzeyen, ama canlı oyuncularla oynanan bir türü de ortaoyunudur. 16. ve 17. yüzyıllardaki "kol oyunu", "taklit oyunu", "meydan oyunu" ve "zuhuri" gibi oyuncu kollarının gösterilerinden kay­naklanan bu gösteri türü kesin biçimini ve "ortaoyunu" adını 19. yüzyılda almıştır. Kara­göz'de ve İtalyanlar'ın commedia dell'arte'sin­de olduğu gibi ortaoyununda da yazılı bir oyun metni yoktur. Ana çizgileri bilinen bir konu ele alınarak, oyuncuların doğaçlama, yani tuluat yoluyla geliştirdikleri olaylar dizi­si, gene Karagöz'dekine benzer konular ve ondakine benzer oyun kişileriyle sahneye getirilir. Oyun yeri seyircilerin çevrelediği hemen hemen boş bir alandır. 15x25 metrelik yuvarlakça bir alanın çevresinde erkek seyir­cilerle kadın seyirciler ayrı ayrı yerlerde otururlar. Ortaoyununda Karagöz'ün karşılığı Kavuklu, Hacivat'ın karşılığı ise Pişekâr'dır. Öbür oyun kişileri Karagöz'deki kişilerle bü­yük benzerlik gösteren kalıplaşmış tiplerdir. Ortaoyunu da Karagöz gibi dört bölümden oluşur. Ama burada perde gazeli yerine Pişekâr'ın seyirciyi selamlaması ve zurnacıyla konuşarak oyunu açması, "muhavere" bölü­münde ise Pişekâr ile Kavuklu'nun tanışma konuşmaları ("arzbâr") ve Kavuklu'nun so­nunda rüya olduğu anlaşılan bir olayı anlat­ması ("tekerleme") gibi özellikler ortaoyununun Karagöz'den ayrıldığı bazı ayrıntılardır. Ortaoyunu günümüzdeki epik tiyatroyu andı­ran açık biçimiyle her türlü yeniliği özümleyebilecek bir yapıya sahip olmakla birlikte, en
parlak örneklerini verdiği 19. yüzyılda bir yandan tuluat tiyatrosunun yozlaştırıcı etkisi, bir yandan da batı etkisinin İstanbul'da yay­gınlık kazanması yüzünden daha fazla gelişemeden sınırlı bir ölçüyü aşamamış ve güdük kalmıştır. Günümüzde bu türden yararlana­rak çağdaş ve yerli bir tiyatro yaratma çabala­rı da sürüp gitmektedir. Bu denemelerin başarılı örnekleri arasında İstanbul yaşayışını canlandıran Ahmet Kutsi Tecer'in Köşebaşı, (1948), Oktay Rifat'ın Oyun İçinde Oyun (1948), ve Haldun Taner'in Gözlerimi Kapa­rım Vazifemi Yaparım (1964) oyunlarını saya­biliriz.
Batı Etkisi Altında Gelişen Tiyatro
Bu başlık altında Türk tiyatrosunun gelişmesi şu dönemlere ayrılabilir: Tanzimat dönemi, Meşrutiyet dönemi ve Cumhuriyet dönemi.
Tanzimat Dönemi. Tanzimat'la birlikte batı­lı bir tiyatro anlayışını benimseyen Türk tiyatrosu, Cumhuriyet döneminde yurdun her yanında açılan halkevlerinde amatör tiyatro çalışmaları başlayıncaya ve Ankara'da 1940'lann sonunda devlet eliyle bir konservatuvar ve Devlet Tiyatrosu kuruluncaya kadar geçen sürede hemen hemen yalnız İstanbul'da bir gelişme alanı bulabilmiştir. Ama, bu dönemde atılan adımlar ulusal bir tiyatronun kurulması doğrultusunda özgün yapıtların ya­zılmasını ve yerli bir duyarlılığın oluşmasını sağlayacak çabalardan çok, kendi toplum yapısına uymayan bir dünyanın tiyatro örnek­lerine öykünme gibi çelişik bir eğilimi yansı­tır. Siyasal ve ekonomik baskılar sonunda batıya açılmaya karar veren III. Selim, II. Mahmud, Abdülmecid gibi yenilikçi padişah­ların ve bu görüşü benimseyen okuryazar çevrenin Türkiye'ye batı tiyatrosunun gir­mesinde büyük payı vardır. İstanbul'daki yabancı elçiliklerin aracılığı ve batıya daha kolay yaklaşabilen azınlıkların da girişimiyle çeşitli sanat dallarında batılı biçimler denen­meye başlanmış, tiyatro da bir kurum olarak saray ve halk tarafından büyük bir ilgi görme­ye başlamıştır. Sarayın desteği İstanbul'a ge­len yabancı topluluklara gösterdiği ilgiyle kalmamış, Çırağan, Dolmabahçe ve Yıldız saraylarında tiyatro salonları yaptırılmıştır.
Batılı anlamda ilk Türkçe oyun, Şinasi'nin Şair Evlenmesi'dir (1860). Bu oyun Dolma­bahçe Saray Tiyatrosu'nda oynanmak üzere ısmarlanmıştır. Bu arada İtalyan, Fransız, Alman, Avusturyalı tiyatro, opera ve bale toplulukları, Adlaide Ristori, Sarah Bernhardt gibi dünyaca ünlü sanatçılar İstanbul ve İzmir'de temsiller vererek bu kentleri önemli sanat merkezleri durumuna getirdi­ler.
İstanbul'da ilk yerli tiyatro topluluğunu kuran Güllü Agop bu olumlu hava içinde yetişmiş ve ilk adı Asya Kumpanyası olan topluluğun adını Osmanlı Tiyatrosu koyarak, Müslüman nüfusun daha yoğun olduğu İstan­bul yakasındaki Gedikpaşa Tiyatrosu'nda temsiller vermeye başlamıştır. Batı tiyatrosu­nun Türkiye'ye girişinde ilk oyunlar yabancı dillerde oynandığından bunları ancak o dilleri bilen az sayıda Türk izleyebiliyordu. Yabancı azınlıklar İstanbul'da tiyatro dernekleri ve tiyatro okulları kurmuşlardı. Ayrıca Ermeni­ce ve Türkçe temsiller veren Ermeni Tiyatro grupları da vardı. Güllü Agop'un bu girişi­miyle önceleri Ermenice oyunlar oynayan topluluklar yerine, 1868'den başlayarak yal­nız Türkçe oynayan ve Türk yazarların yetiş­mesine ön ayak olan bir tiyatro kurulmuş oluyordu. 1870'te Sadrazam Âli Paşa'nın des­teğiyle 10 yıllık bir tekel ayrıcalığı elde eden Osmanlı Tiyatrosu Türkçe oyunlarda rakipsiz bir tiyatro niteliği kazandı. Türk oyuncuların sahneye çıkmalarında ve Türk seyircilerin batılı bir tiyatro beğenisi edinmesinde Güllü Agop'un topluluğunun önemli rolü oldu. Müslüman Türk kadınlarının tiyatroya git­mesinin hoş karşılanmadığı bir ortamda Gül­lü Agop kadınlar için kafesli bölmeler yaptırtmış, ama gene de kadınların tiyatroya gitmesinin sık sık yasaklandığı görülmüş­tür.
Tanzimat döneminde oynanan ilk oyunlar, daha çok Paris'te ve öbür Avrupa kentlerinde moda olan melodram, duygulu komedi, ro­mantik trajedi, tarihsel oyunlar ve kolay beğenilir vodvillerdi. Bu yüzden de izleyicile­rin yaşam biçimine oldukça aykırıydı. Daha önce Karagöz ve ortaoyunu ile koşullanmış olan izleyicinin kısa zamanda tiyatro kültürü ve görgüsü edinebilmesi kolay değildi. Üst localardaki izleyicilerin aşağıya su dökmeleri, sahneye portakal fırlatmaları sık rastlanan olaylardandı. Ayrıca salonda sigara dumanın­dan göz gözü görmez, ıslıktan ve gürültüden geçilmezdi. Bunda seçilen oyunların kendi yaşamlarına yabancı, ağır bir dille ve bozuk bir şive ile oynanmasının da payı vardı. Önce bu türden oyunların çevirilerini sahneleyen tiyatro adamları, halkı ısındırmak için uyarla­ma ve öykünme yoluna da gittiler. Bu arada Şinasi, Namık Kemal, Direktör Âli Bey, Ahmed Midhat Efendi, Ebüzziya Tevfik, Teodor Kasap, Ahmed Vefik Paşa ve Abdül- hak Hamid (Tarhan) gibi ilk Türk oyun yazarları da yazdıkları ve uyarladıkları oyunlar­la Güllü Agop, Mardiros Mınakyan, Tomas Fasulyeciyan ve Ahmed Fehim (1856-1930) gibi tiyatro adamlarının çabalarına destek oldular.
Bu dönemin oyunlarında genellikle vatan ve özgürlük aşkı, evlilik ve aile düzeninin eleştiril­mesi, inançlar ve boş inançlar, batıya açılmanın getirdiği sorunlar irdelendi. Batılı biçimlere yer­li içerik bulmaya çalışan Tanzimat tiyatrosunun ahlakçı, öğretici bir tutumu olmakla birlikte, eğlendiriciliği de elden bırakmadığı görülür.
Özellikle müzikli oyunlar Dikran Çuhacıyan' ın (1836-98) kurduğu Opera Tiyatrosu'nda büyük ilgi görmeye başlayınca, bu türün Güllü Agop tarafından da ele alınmasına yol açmıştır. Çuhacıyan'ın sahneye koyduğu Leb­lebici Horhor Ağa adlı müzikli oyun büyük başarı kazanmıştı. Güllü Agop'un temsilleri arasındaysa Ahmed Midhat Efendi'nin Çengi ile Zeybekler adlı oyunları yer aldı. Müzikli oyunların çoğu yabancı yapıtlardan uyarlan­maktaydı. Bu sırada ortaoyunundan, batı tiyatrosunun etkisiyle kendine özgü bir tiyat­ro türedi. Tuluat olarak bilinen bu tür sahnede metinsiz ve suflörsüz oynanıyordu. Bu işe ilk başlayan eski bir ortaoyunu ustası olan Ka­vuklu Hamdi'dir. Tuluat tiyatrosunun Kavuk­lu Hamdi'den sonra ikinci büyük sanatçısı Abdürrezzak'ı, Ali Rıza Efendi, Hakkı Efen­di ve Kel Hasan izledi. îsmail Dümbüllü, Münir Özkul ve Nejat Uygur'la da zamanımı­za kadar geldi. Abdülmecid'den sonra II. Abdülhamid'in baskı dönemi ve sansürün olumsuz etkisiyle oyun yazarlarının, oyuncuların siyasal ve ekonomik baskı altında kalmaları, bu dönemin ikinci yarısında oyun seçiminde belli bir zevksizliği de getirmiştir. Tanzimat döneminde Gedik paşa Tiyatrosu'nda oynanan Namık Kemal'in
Vatan yahut Silistre oyunu seyircilerin özgür­lük duygularını coşturup olaylara yol açınca, Namık Kemal ve bazı arkadaşları sürgüne gönderildi. Bundan böyle izin alınmadan oyun oynatılmaması kuralı kondu. Ayrıca vatan, dinamit, hürriyet, adalar, birader, Makedonya, Girit, Kıbrıs ve burun gibi söz­cükler de sakıncalı görüldüğü için yasaklandı. Gene aynı tiyatroda oynanan Ahmed Midhat Efendi'nin Çerkeş Özdenleri (1884) adlı oyu­nu sarayın kuşkusunu çektiği için, tiyatro bir gecede yıktırıldı. Bundan sonra uzunca bir süre sansür, sürgün ve jurnalcilik yüzünden doğru dürüst tiyatro çalışması yapılamadı.
Meşrutiyet Dönemi. 1908'de II. Meşrutiyet' in ilan edilmesiyle gelen özgürlük ortamı İstanbul'da tiyatro yaşamına da büyük bir canlılık kazandırdı. Anayasanın yurttaşlara tanıdığı yönetime katılma ve denetleme hak­larını kullanmak isteyen birçok yazar ve sanatçı görüşlerini yansıtmak için tiyatroyu elverişli bir araç saydı. Oyunların konularını Osmanlı tarihindeki zaferler, kahramanlık destanları, çokevlilik, evlilik dışı ilişkiler, kadın hakları köylerdeki sömürü ve bozuk düzen oluşturuyordu. Tanzimat döneminde daha çok Ermeni oyuncuların ayakta tuttuğu tiyatro sanatı Meşrutiyet döneminde Türk oyuncuların da katılmasıyla güçlendi ve yay­gınlaştı. Böylece, yeni yazarlara ve tiyatrocu­lara hazırladığı yetişme olanaklarıyla, 1923'ten sonraki cumhuriyet tiyatrosunun te­melleri bu dönemde atılmış oldu. Halka tiyatronun ne olduğunu anlatmak ve iyi bir tiyatro izleyicisi yetiştirmek için de çaba gösterildi. Tiyatroya koyu renk, temiz bir giysiyle gelinmesi, oyun sırasında yüksek ses­le konuşulmaması, fındık fıstık yenmemesi için programlar ve el ilanları aracılığıyla uyarılarda bulunuldu.
Meşrutiyetin ilk yıllarındaki özgürlük hava­sı, başlayan savaşların olumsuz sonuçlarıyla ve devlet yönetimindeki başarısızlıklarla kısa bir süre sonra toplumda genel bir karamsarlık yaratınca, bu durum tiyatronun yaratıcı doğ­rultuda gelişmesini baltaladı. Bir yandan doğu batı tartışması, bir yandan da nasıl bir ulu­sal sanat yaratılacağı çekişmesi sürüp gider­ken Hüseyin Suat (Yalçın), Cenab Şahabed- din, Halid Ziya (Uşaklıgil), Mehmet Rauf, Hüseyin Rahmi (Gürpınar), Halide Edip (Adıvar), Reşat Nuri (Güntekin) gibi edebi­yatçıların tiyatroya ilgi duyarak oyunlar yaz­dıkları görüldü. Bunlardan Reşat Nuri Cumhuriyet döneminde de oyun yazarlığını sürdüren ve tiyatroyla ilgi­li yazıları bu alanda ilginç bir yer tutan önemli bir oyun yazarı oldu. Meşrutiyet döneminin iki önemli yazarı da Musahipzade Celal ile İbnürrefik Ahmet Nuri Sekizinci idi. Musa­hipzade Celal'in Köprülüler (1912) adlı tarih­sel oyunu ile İstanbul Efendisi (1913), Yedekçi (1919), Kaşıkçılar (1920) ve Macun Hokkası (1916) gibi müzikli oyunları bu dönemde yazıl­mıştır. Operet ve müzikli tiyatro alanında da yeni bazı toplulukların aynı dönemde ku­rulduğunu görüyoruz. Muhlis Sabahattin (Ez­gi) (1889-1947), Cemal Sahır (Kehlibağcıoğlu) (1900-73) ve Kaptanzade Ali Rıza Bey (1881-1934) bu türün başarılı örneklerini ver­mişlerdir. Meşrutiyet döneminde bir önceki dönemin birçok oyun türleri sürdürüldüğü gi­bi, toplumun siyasallaşmasını yansıtan tarih­sel ve belgesel oyunların önem kazanması da ilginç bir gelişmedir. Toplumda gelişen yeni düşüncelerin açıklandığı bir alan olan tiyatro­da savaşlar, yenilgiler, parti çekişmeleri sıcağı sıcağına sahnelenmiş, çözüm arayışları da ti­yatroda yankısını bulmuştur.
Tiyatronun kurumlaşmasında önemli bir adım da ilk tiyatro okulunun ve ödenekli ti­yatronun bu dönemde kurulmasıdır. İstanbul' da tiyatro oyuncusu yetiştirecek ve müzik eği­timi verecek bir okul kurulmasının gerekliliği­ne inanan Şehremini (belediye başkanı) Ce­mil Topuzlu, 1914'te ünlü Fransız tiyatro yö­netmeni Andre Antoine'ı İstanbul'a davet ederek bu işle görevlendirdi. Antoine'ın ku­ruluş çalışmalarına başlamasından kısa bir sü­re sonra I. Dünya Savaşı çıktı. Bunun üzerine Antoine ülkesine dönünce yarıda kalan çalış­maları, onun yardımcılığını yapmış olan Reşat Rıdvan ve Muhsin Ertuğrul tamamladı. Tiyat­ro ve müzik bölümlerinden oluşan ve 27 Ekim 1914'te resmen açılan Darülbedayi ilk gösteri­sini 20 Ocak 1916'da sundu. Bu dönemde Darülbedayi'den Muhsin Ertuğrul, Raşit Rıza, Burhanettin (Tepsi), Reşat Rıdvan, Şadi Fik­ret, Kemal Emin gibi oyuncular yetişti. 2 Mart 1917'de Darülbedayi'de ilk kez bir Türk oyunu sergilendi. Baykuş adlı oyunun yazan Halit Fahri (Ozansoy), yönetmeni Muhsin Ertuğrul'du. Müslüman kadınların sahneye çıkması hoş karşılanmadığı için tiyatroda ka­dın rollerini ya erkekler ya da Müslüman ol­mayan kadınlar üstlenirdi. 1918'de Darülbe- dayi'ye ilk kez beş kız öğrenci alındı. Bunlar arasından Afife Jale ve Refika Hanım aday oyuncu kadrosuna seçildi. Ne var ki, ilk Müs­lüman kadın oyuncu olarak sahneye çıkan Afife Jale'nin (1902-41) tiyatro yaşamını sür­dürmesi polis baskınlarıyla engellendi ve hak­kında kovuşturma açıldı. 1921'de şehremane- tinin (belediye) kararıyla Müslüman kadınla­rın sahneye çıkması yasaklandı.
Cumhuriyet Dönemi. Bu dönemde İstanbul Türkiye'deki tiyatro etkinliklerinin merkezi oldu. Kuruluş yıllarının coşkunluğu, çağdaş­laşma çabalarının üstyapı kurumlarında yo­ğunlaşan belirtileri tiyatroya da yansımaktay­dı. Kadın ve erkeklerin tiyatroya birlikte git­meleri de bu değişimin örneklerindendir. Ayrıca, daha cumhuriyetin ilk yıllarında ka­dın oyuncu sorunu çözümlenmiş, Darülbeda­yi'de oynanan Othello'da Desdemona rolünü Bedia Muvahhit, Emilia'yı ise Neyyire Neyir canlandırmıştır. Tiyatro öğrencileri arasında da artık kızlar görülmektedir. Türkiye'nin ilk ödenekli tiyatrosu Darülbedayi'nin bu dö­nemde adı İstanbul Şehir Tiyatrosu olarak de­ğiştirilmiş (1927), görgü ve bilgisini yurtdışın­da geliştiren Muhsin Ertuğrul'un yönetimin­deki bu tiyatro yeni oyun yazarlarının, oyun­cuların, yönetmenlerin ve her kuşaktan bin­lerce tiyatro seyircisinin yetişmesinde bir okul görevi görmüştür. Önceleri Tepebaşı'nda Dram ve Komedi tiyatrolarında çalışmalarını sürdüren topluluk, yapıların yıkılması ve yan­ması nedeniyle Beyoğlu Yeni Komedi Tiyat­rosu, Harbiye Şehir Tiyatrosu gibi salonla­rın yanı sıra, 1960'tan sonra yapılan Üsküdar ve Fatih şehir tiyatrolarında ve Kadıköy Halk Eğitim Merkezi'nin salonunda her tiyatro mevsiminde oyunlar sunmuştur. Bu ödenekli tiyatronun dışında bazı özel tiyatrolar da Meş­rutiyet döneminden beri süregelen dağınık bir düzen içinde, gerek Naşit (1886-1943) gibi bü­yük halk sanatçılarının gördüğü ilgiyle, gerek operet topluluklarının getirdiği canlılıkla İs­tanbul'un tiyatro yaşamını zenginleştirmişlerdir. 1936'da Milli Musiki ve Temsil Akademi- si'nin bir bölümü olarak açılan Ankara Devlet Konservatuvarı, yetenekli Alman tiyatro ada­mı Cari Ebert'in çabasıyla değerli oyuncuların yetişmesine katkıda bulundu. İlk hazırlık dö­neminden sonra 1949'da Devlet Tiyatroları resmen kuruldu. Böylece tiyatro sanatının yurt düzeyinde yaygınlaşmasında da önemli bir adım atılmış oldu. Bu kurum daha sonra İstanbul, İzmir, Bursa, Adana, Trabzon ve Diyarbakır'da yerleşik kadrolarla çalışan şu­beler açarak ve daha başka kentlere turneler düzenleyerek tiyatroyu yaygınlaştırdı.
1950'de çok partili yönetime geçen Türki­ye'de siyasal iktidarın genel olarak sanata ve özel olarak da tiyatroya olumsuz yaklaşımı ti­yatroyu belli bir destekten yoksun bırakmışsa da, tiyatroyla ilgili kimselerin yurt ve dünya sorunları konusunda bilinçlenmelerini hızlan­dırmıştır. Devlet Tiyatroları genel müdürlü­ğünden ayrılan Muhsin Ertuğrul'un 1951'de İstanbul'da Küçük Sahne adıyla bir tiyatro kurması tiyatro yaşamını yeniden canlandırdı. Geleceğin birçok ünlü oyuncusu burada ilk oyunlarını oynadı. 1954'te Küçük Sahne dağıldıysa da, tiyatro salonu daha sonra çeşitli özel topluluklarca kullanıldı. 1957-63'te daha çok İstanbul'da etkinlik göstermiş bir tiyatro topluluğu olan Genç Oyuncular üniversiteli gençlerden oluşuyordu. Her kesimden kişinin tiyatro izleyebilmesini amaçlayan Genç Oyun­cular, sahnelerden başka okul, hastane, so­kak ve kasaba alanları gibi yerlerde de oyun­lar sergilediler. Ortaklaşa bir çalışma yürüte­rek oyun yazımından, sahneye koyma, kos­tüm dikimi, müzik ve ışıklandırmaya kadar birlikte iş yaptılar. Birlikte yazdıkları oyunlar arasında Tavtati K ütüp ati, Vatandaş Oyunu, Kervan vardır. Bu topluluk içinde tiyatroya başlayan Genco Erkal, Mehmet Akan, Çiğ­dem Selışık, Ani ve Çetin İpekkaya çalışmala­rını başka sahnelerde sürdürdüler.
Yurtdışında öğrenim görerek görgü ve ye­tenekleriyle tiyatro kuran, oyunculuk ve yö­netmenlik yapan bazı sanatçılar 1960'h yıllar­da başarılı oyunlar sergilediler. Bunlardan ilk akla gelenler oyuncu ve yönetmen Tunç Yal­man, Şirin Devrim, Haldun Dormen, Zeliha Berksoy, Genco Erkal, Engin Cezzar, Ayla ve Beklan Algan'dır. Haldun Dormen'in kur­muş olduğu Dormen Tiyatrosu, 1955-72'de hareketli vodviller ve müzikaller sergiledi. Oyuncuları arasında Altan Erbulak, Erol Keskin, Nisa Serezli ve Gülriz Sururi gibi ye­tenekli sanatçılar yer aldı. Dormen Tiyatrosu 11 yıllık bir aradan sonra 1983'te yeniden perdelerini açtı. 1952'de kurulan Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu Gülriz Sururi'nin başrolde olduğu Keşanlı Ali Destanı, Sokak Kızı İrma, Hair, Kaldırım Serçesi gibi müzi­kallerden başka, Nâzım Hikmet'ten Ferhat ile Şirin, Güngör Dilmen'den Canlı Maymun Lokantası ve Kurban, Erskine Caldwell'den Tütün gibi toplumsal içerikli oyunlar sergi­ledi.
Yıldız ve Müşfik Kenter kardeşler tarafın­dan kurulmuş olan Kent Oyuncuları 1961'den beri etkinliğini sürdürmektedir. Bugüne ka­dar yerli ve yabancı çok sayıda nitelikli oyun sergileyen Kenterler, ayrıca Anadolu ve Av­rupa turnelerine de çıkmaktadır.
Adından da anlaşılacağı gibi Ankara'da et­kinliğini sürdüren Ankara Sanat Tiyatrosu (AST) 1963'te Asaf Çiyiltepe tarafından ku­ruldu. Kurulduğundan beri ortak bir çalışma yürüterek, toplumsal konulara ağırlık veren yapıtlar sahneledi. Güner Sümer'in Bozuk Düzen, Sermet Çağan'ın Ayak Bacak Fabri­kası, Orhan Kemal'in 72. Koğuş, Bilgesu Erenus'un Nereye Payidar, Oktay Arayıcı'nın Rumuz Goncagül adlı yapıtları bunlardan ba­zılarıdır.
Dostlar Tiyatrosu 1969'da Genco Erkal, Mehmet Akan, Şevket Altuğ, Arif Erkin ve Attila Alpöge tarafından kuruldu. 20 yıl bo­yunca Rosenbergler Ölmemeli, Havana Du­ruşması, Abdülcanbaz, Şili'de Av, Aslan As­ker Şvayk, Bitmeyen Kavga, Kafkas Tebeşir Dairesi ve Yalınayak Sokrates gibi nitelikli oyunlar sergiledi.
Yukarıda adı geçenlerden başka, 1950'lerde ve 1960'larda kurulmuş Karaca Ti­yatrosu, Gönül Ülkü-Gazanfer Özcan Tiyat­rosu, Nejat Uygur Tiyatrosu, Ulvi Uraz Ti­yatrosu, İstanbul Tiyatrosu, Devekuşu Kaba­re Tiyatrosu, Ali Poyrazoğlu, Hadi Çaman, Tevfik Gelenbe, Enis Fosforoğlu ve Ferhan Şensoy'un Ortaoyuncuları gibi daha birçok özel tiyatro topluluğu vardır. Bunlardan bazı­ları sonradan dağılmıştır.
Cumhuriyet Dönemi Oyun Yazarları
Tiyatrolarda 1923-39 arası ulusal bir duyarlı­lık yaratma çabaları genellikle edebiyatçıların oyun yazarlığını denemeleri doğrultusunda oldu. Kurtuluş Savaşı ve devrimler cumhuri­yetin ilk yıllarında oyunların başta gelen ko­nusuydu. Değer yargılarının değişmesi, deği­şen duruma ve çevreye uyumsuzluk, kuşaklar arası çatışma gibi konular da çokça işleniyor­du. Kurtuluş Savaşı'nı ve devrimleri yücelten oyunlar arasında Halit Fahri Ozansoy'un On Yılın Destanı'm, Yaşar Nabi Nayır'ın İnkılap Çocuklarım, Aka Gündüz'ün Beyaz Kahra­mandım sayabiliriz. Değerler çatışmasını, tu­tuculuğa karşı mücadeleyi konu alan yapıtlar arasında ise Yakup Kadri Karaosmanoğlu' nun Sağanak'ı, Reşat Nuri'nin Hülleci'si, Nâzım Hikmet'in Bir Ölü Evi ve Yusuf ile Menofis, Necip Fazıl Kısakürek'in Künye'si vardır. 1939-50 arasında ise II. Dünya Savaşı'nın da etkisiyle bir içe kapanış ve psikolojik çözüm­leme eğilimi baş göstermiştir. Ahmet Muhip Dıranas, Vedat Nedim Tör ve Sabahattin Kudret Aksal'ın ilk oyunları böyle bir eğilimi yansıtmışlardır.
1961 Anayasası'nın getirdiği özgürlük hava­sı içinde Türk oyun yazarları ve sanatçıları toplumsal sorunlara ağırlık veren gerçekçi oyunların yanı sıra, konusunu Osmanlı tari­hinden, halk kahramanlarından ya da mitolo­jiden alan, şiir diliyle yazılmış özgün yapıtlar yarattılar. Bu dönemin yetiştirdiği belli başlı oyun yazarları arasında Ahmet Kutsi Tecer, Oktay Rifat, Melih Cevdet Anday, Haldun Taner, Orhan Kemal, Aziz Nesin, Orhan Asena, Turgut Özakman, Necati Cumalı, Re­fik Erduran, Bilgesu Erenus, Adalet Ağaoğlu, Kemal Demirel, Sermet Çağan, Güngör Dilmen, Cahit Atay, A. Turan Oflazoğlu, Ta­rık Buğra, Recep Bilginer, Vasıf Öngören ve Oktay Arayıcı gibi sanatçılar sayılabilir. Sermet Çağan'ın epik tiyatro uygulaması olan Ayak Bacak Fabrikası ve Vasıf Öngören'in Asiye Nasıl Kurtulur adlı oyunları, Haldun Taner'in bir yerli epik müzikal olan Keşanlı Ali Destanı toplumsal ve siyasal içerikli, çağdaş oyunlar­dır. Turan Oflazoğlu'nun Deli İbrahim, IV. Murad, Sokrates'in Savunması; Güngör Dil- men'in Midas'ın Kulakları, Midasın Altınları ve Montezuna\ Erol Toy'un Pir Sultan Abdal, Orhan Asena'nın Hürrem Sultan adlı yapıtları tarihten ve efsanelerden yararlanarak günü­müz olaylarıyla paralellikler kuran yapıtlar­dan bazılarıdır. Gene bu dönemde Cahit Atay ve Hidayet Sayın gibi oyun yazarları köy kadı­nının durumu, kan davası, sömürü, ağa baskı­sı gibi sorunları irdeleyen oyunlar yazmışlar­dır. Son dönem oyun yazarları arasında ise Tuncer Cücenoğlu, Memet Bay dur ve Murathan Mungan sayılabilir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder