POSTMODERNİZM.
1960'ların sonlarında modern sanatla, özellikle de mimarlık alanında bir
hesaplaşma olarak ortaya çıktı. 19. yüzyılın sonlarıyla 20. yüzyılın başlarında
sanatçılar değişen toplumsal ve ekonomik koşulların doğrultusunda, gelenekleri
ve yerleşik kuralları göz ardı eden, daha öncekilerden çok değişik resimler,
heykeller ve yapılar yaratmaya başladılar. Hızlı teknolojik gelişmeler, yeni
görüşlerin yayılması, geleneksel inançların ve değerlerin sorgulanması yeni
arayışlara yol açmıştı. "Modern sanat" olarak nitelenen bu gelişme
çeşitli akımları ve kavramları içeriyordu. Bunlar arasında Yeni İzlenimcilik,
Sembolizm, Art Nouveau, Fovizm, Kübizm, Gelecekçilik, Dışavurumculuk, Gerçeküstücülük
akla ilk gelenlerdir. Sanattaki bu altüst edici
gelişme demir-çelik, betonarme ve cam gibi yeni yapı gereçlerinin ortaya
çıkmasıyla en çarpıcı biçimde mimarlıkta kendini gösterdi. Eski üsluplara şiddetli bir tepkiyle karşı çıkan
mimarlar, inşaatta devrim yaratan yeni gereçleri kullanarak her türlü süslemeden
arındırılmış, yalın ve işlevsel binalar yaptılar.
Ne var
ki, bir süre sonra bu modern ve görkemli yapıların insana ve doğaya yabancı
olduğu yolunda eleştiriler yükselmeye başladı. Modern yapıların geleneksel
kent dokusunu bozduğu ve eski çevre kültürünü yok ettiği öne sürüldü. İlk kez
1972'de ABD'de St. Louis'te, bundan 20 yıl önce tasarımı ödül kazanmış 14 katlı
yapılardan oluşan Pruitt Igoe sitesi yıktırıldı. İşte, "modernizm sonrası"
anlamına gelen Postmodern dönemi başlatan, bir bakıma bu olay oldu. Daha sonra
Avrupa'da da bu tür yıkımlar gerçekleştirildi. Avrupa'da doğan, batının temel
kavram ve gelişmelerini sorgulayan Postmodernizm, bir akım ya da hareket
sayılmaz. Bu başlık altında bazen birbiriyle çelişen birçok düşünceye
rastlanır. Bunların birleştiği nokta ileri teknolojiye ve modernizme artık
eskisi gibi hayranlık duymamalarıdır. Postmodernizm'in önde gelen mimarları
arasında Robert Venturi (doğumu 1925), Philip C. Johnson (doğumu 1906) ve James
F. Stirling (doğumu 1926) sayılabilir.
Mimarlıkla
sınırlı kalmayan Postmodernizm edebiyatta, öbür sanat dallarında ve günlük
yaşamda da etkisini göstermiştir. Postmodernistler modern sanatın 1950'lerin sonunda
artık kurumlaştığı ve yaratıcılığın sona erdiği savındaydı. Böylece geleneği
yadsımadan, onun sunduğu eski biçimleri yerine göre değiştirerek kullanma
yoluna gidildi.
Yakın
zamana kadar toplumun asıl ulaşması gereken insani değerlerden söz edilirken ve
Aydınlanma Çağı düşünürlerinden bu yana, sanat ve bilimlerin sadece doğal
güçler üzerinde denetimi artırmakla kalmayıp insanın bu yolla bilgiye,
özgürlüğe ve mutluluğa ulaşacağı savunulurken, 20. yüzyılın sonuna doğru bu
iyimserlik kalmadı. Edebiyatta evrensellik
yerine genellikle, parçalanmış bir toplumun tekil öznelerine yer verilmeye
başlandı. Anlatı düzeni bilinçli bir biçimde bozularak, okurun yorum ve yaratma
sürecine bir ölçüde katılımı öngörüldü. Post- modernist olarak tanımlanabilecek
yazarlardan İtalyan Umberto Eco (doğumu 1932) Gülün Adı {II nome della rosa\
1981) adındaki romanında, görünüşte 14. yüzyılda bir İtalyan manastırındaki
cinayet öyküsünü anlatır. Ama roman özünde din, tarih, felsefe ve bilim
açısından "gerçek"in sorgulanmasıdır. Bu edebiyatın öteki
temsilcileri arasında John Berger (doğumu 1926), Italo Calvino (1923- 85),
Salman Rushdie (doğumu 1947), Gabriel Garcia Marquez (doğumu 1928), Jorge Luis
Borges
(1899-1986) sayılabilir. Önde gelen düşünürleri ise Jacques Derrida (doğumu
1930), Jean Baudrillard (doğumu 1929) ve Jean François Lyotard'dır (doğumu
1924).
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder