Aynı yıl Türkiye'nin toplam tahıl üretimi 31 milyon tona yakındı ve bunun 20,5 milyon tonu buğday, 7,5 milyon tonu arpa, 2 milyon tonu mısır, 280 bin tonu çavdar, 276 bin tonu yulaf, yaklaşık 158 bin tonu pirinçti. Tahıllardan sonra en çok baklagillerin (2,2 milyon hektar) ekimi yapılır. Daha çok Güneydoğu Anadolu ve İç Anadolu bölgelerinde yetiştirilen baklagillerden en çok üretilenler mercimek, nohut ve fasulyedir. Tarla bitkileri içinde ekim alanı en az olanlar sanayi bitkileri (1,4 milyon hektar), yağlı tohumlar (935 bin hektar) ve yumru bitkilerdir (282 bin hektar).
Bu alanlardan 1988'de 11,5 milyon ton şekerpancarı, 4,3 milyon ton patates, 1,3 miyon ton soğan, 1,1 milyon ton ayçiçeği, 1 milyon ton çiğit, 650 bin ton pamuk ve 219 bin ton tütün elde edilmişti. Tarla bitkilerinden pamuk, tütün, nohut ve mercimek Türkiye'nin dışarıya sattığı ürünler arasında yer alır. Çukurova pamuk üretimiyle ünlü olmakla birlikte, bu ürün genellikle Akdeniz ve Ege bölgelerindeki ovalarda; bir başka önemli ürün olan tütün ise daha çok Ege, Marmara ve Karadeniz bölgelerinde yetiştirilir.
Sebze üretimine ayrılan bahçelerin kapladığı toplam alan 612 bin hektardır. Sebze üretimi toplamı 15 milyon tonu aşar (1988). En çok yetiştirilen sebzeler domates (5,2 milyon ton), karpuz (3,3 milyon ton), kavun (1,9 milyon ton), hıyar (800 bin ton), patlıcan (730 bin ton) ve lahanadır (510 bin ton). Türkiye' nin tüm bölgelerinde sebze ekimi yapılır.
Türkiye'deki 553 milyonu aşkın meyve ağacından 487 milyonu meyve veren yaştadır. Meyve ağaçlarının kapladığı toplam alan 1,5 milyon hektardan çoktur. Başlıca meyvelerin 1988'deki üretim miktarları şöyleydi: 2 milyon ton elma, 740 bin ton portakal, 410 bin ton armut, 403 bin ton fındık, 360 bin ton limon, 350 bin ton incir, 328 bin ton şeftali, 310 bin ton mandalina, 284 bin ton kayısı ve 175 bin ton erik. Türkiye'de meyve yetiştirmeyen bölge yoktur. 590 bin hektarlık bir alanı kaplayan bağlardan 1988'de elde edilen üzüm miktarı 3,3 milyon tondur. Kuru üzüm ve incir ile fındık dışarıya satılan önemli ürünler arasındadır. Bağların en yaygın olduğu yöreler Ege, Marmara, Akdeniz ve İç Anadolu bölgelerindedir. Zeytinliklerin kapladığı alan 856 bin hektardır. Bu alan içinde yer alan 79 milyon meyve veren yaştaki ağaçtan 1988'de elde edilen zeytin miktarı 1,1 milyon tondu. Bu ürünün yaklaşık yüzde 20'si sofralık, yüzde 80'i ise yağlık zeytindir. Tipik bir Akdeniz bitkisi olan zeytin daha çok Ege, Akdeniz ve Marmara bölgelerinde yetişir.
Yalnızca Doğu Karadeniz bölümünün kıyı kesiminde çay üretimi yapılır. Bu kesimde çay üretimine ayrılan alanların toplamı 86 bin hektarı aşar. 1988'de bu alanlarda yaklaşık 753 bin tondu.
Hayvancılık. Bazı bölgelerinde geniş çayırları, dağların yüksek kesimlerinde sulak yaylaları bulunan Türkiye, hayvancılık açısından oldukça büyük olanaklara sahip bir ülkedir. Ama modern yöntemlerin kullanılmasını sağlayacak yatırımların gerçekleştirilememesi nedeniyle hayvansal üretimde verim düşük düzeyde kalmakta ve hayvancılık gerilemektedir.
DİE verileri incelendiğinde toplam hayvan sayısının 1981'de 88 milyona yakınken 1984'te 68,5 milyona düştüğü görülür. Et, süt, deri, yün, yapağı ve kıl üretiminde de aynı düşüşlere rastlanır. En çok yetiştirilen hayvan koyundur. Onu sığır, kıl keçisi, Ankara keçisi, eşek, at ve manda izler. Kümes hayvancılığı, arıcılık ve ipekböcekçiliğinde durum biraz farklıdır. Hayvancılığın bu dallarında az da olsa üretim ve verim artışları gözlenmektedir. 1988'de toplam tavuk ve horoz sayısı 58 milyondan çok, hindi sayısı 3 milyona yakın, elde
edilen tavuk yumurtası sayısı ise 6,8 milyar düzeyindeydi. Aynı yıl yaklaşık 43 bin ton bal, 2.500 tona yakın balmumu ve 2.000 ton yaş koza elde edilmiştir.
Hayvanların beslenmesinde kullanılmak amacıyla 1988'de 275 bin hektarlık alanda, çoğu yonca olmak üzere önemli miktarda yem bitkileri üretilmiştir.
Balıkçılık. Türkiye su ürünleri açısından zengin bir ülkedir. Ama bu zenginlik gerektiği biçimde değerlendirilmediğinden üretim miktarları düşüktür.
1987'de avlanan tüm deniz ürünlerinin toplamı 580 bin tondan fazlaydı. Deniz balıkçılığının yüzde 90'a yakın bölümü Karadeniz'de gerçekleştirilmekteydi (1985). Denizlerde avlanan balıkların yüzde 55'i hamsi, yüzde 19'u da istavrittir. Kolyoz, palamut, sardalye, lüfer ile midye ve karides avlanan öteki deniz ürünleridir. 1987'de elde edilen tatlı su ürünlerinin toplamı yaklaşık 42 bin tondur. Avlanan başlıca tatlı su ürünleri sazan, alabalık, kefal, turnabalığı, yılanbalığı, yayınbalığı ve kerevittir. Balıkçılığın son yıllarda gelişmeye başlayan bir dalı da gölet ve havuzlarda yapılan kültür balıkçılığıdır.
Tüm dünyada olduğu gibi Türkiye'de de sualtı canlıları da aşırı avlanma ve zehirli atıklar yüzünden yok olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Örneğin, sanayi ve kent atıklarının boşaltıldığı İzmit Körfezi ile İzmir Körfezi'nin iç kesimi canlı yaşamı açısından günümüzde ölü bir deniz parçası halindedir. Başka bazı kıyı kesimleri ile birçok akarsu ve göl de hızlı bir biçimde aynı duruma gelmektedir. Zehirli atıkların sulara karışmasının yanı sıra aşırı ve denetimsiz avlanma su ürünlerinin gerektiği gibi değerlendirilmesini engelleyen ve balıkçılıkla geçinenleri yoksulluğa iten nedenler arasında yer almaktadır.
Ormancılık.
Türkiye yüzölçümünün yüzde 25,9'u (201.993 km2) ormanlarla kaplıdır. Ama gerçekten orman sayılabilecek alanların toplamı ülke yüzeyinin ancak yüzde 11,4'ünü (88.565 km2) kaplar. Çünkü ormanların yansından fazlası oldukça bozuk bir durumdadır.
Hemen hemen tümü devlet mülkiyetinde olan ormanların yüzde 3'ünden az bir bölümü koruma alanı olarak ayrılmıştır; geri kalanında üretim yapılır. Ormancılık çalışmaları Orman Genel Müdürlüğü tarafından yürütülür. Tomruk, kâğıtlık odun, lif-yonga, maden direği, sanayi odunu ve tel direği ile yakacak odun temel orman ürünleridir. Yakacak odunun Türkiye'de kullanılan enerji kaynakları arasında hâlâ önemli bir yeri vardır. Sırık, çubuk, reçine, defne yaprağı, şimşir ve sığla yağı ise odun dışı yan orman ürünlerini oluşturur. DİE verilerine göre 1988'de elde edilen, yakacak odun dışındaki temel orman ürünlerinin toplam miktarı yaklaşık 7,5 milyon m3, yan ürünlerinin miktarı da 12 bin ton kadardı. Aynı verilere göre yakacak odun üretimi de 5 milyon tonu aşmaktaydı. Oysa bazı tahminlere göre, kaçak kesimler de hesaba katıldığında yakacak odun üretimi bu miktardan çok daha fazladır.
Doğal ve kültürel değerler açısından çeşitli zenginliklere sahip olan birçok alanın korunması ve bu alanlardan halkın yararlanması amacıyla bazı çalışmalar yapılmaktadır. Bu çalışmaları yürüten kurum Orman Genel Müdürlüğü'ne bağlı Milli Parklar Dairesi Başkanlığadır.
Türkiye'de günümüze kadar kurulmuş olan 21 ulusal park vardır. Kapladığı toplam alan 260 bin hektarı aşan ulusal parklardan ilki olan Yozgat Çamlığı Milli Parkı 1958'de, sonuncusu olan Nemrut Dağı Milli Parkı ise 1988'de hizmete girmiştir. Bunlardan en küçüğü Balıkesir ili sınırları içinde 64 hektarlık bir alanı kaplayan Kuş Cenneti Milli Parkı (1959), en büyüğü ise tümüne yakını Tunceli ilinde yer alan ve 42 bin hektarlık bir alanı kaplayan Munzur Vadisi Milli Parkı'dır (1971). Ulusal parklardan başka ülkenin çeşitli kesimlerinde, eşine ender rastlanan ve soyu tükenmekte olan doğal bitkiler ile yabanıl hayvan topluluklarının korunması için ayrılmış alanlar vardır. Bu 18 doğal koruma alanının toplam yüzölçümü 25 bin hektardan fazladır. Bunların başlıcalarından biri, uluslararası çapta önem taşıyan ve 17.200 hektarlık bir alanı kaplayan Sultan sazlığı Tabiatı Koruma Alanı'dır (1988). Ayrıca birçok yörede 300'den çok orman içi dinlenme yeri vardır. Bazılarında 4.000'i aşkın geceleme birimi bulunan orman içi dinlenme yerleriyle, doğal ve ulusal parklardaki kamp yerleri doğayla baş başa eğlenmek ve dinlenmek isteyenlere hizmet verir. Soyu tükenme tehlikesiyle karşı karşıya olan bazı av hayvanlarının korunması ve üretilmesi amacıyla düzenlenmiş olan 100'den fazla alan ve istasyon vardır. Avlaklarda yaşayan tüm yabanıl hayvanlar ile av hayvanlarının korunması, denetlenmesi, ve avcılığın düzlenmesi çalışmaları Orman Genel Müdürlüğü tarafından sürdürülür. Bu kurum sportif balıkçılık amacıyla orman içi sularda balık yetiştirilmesi için kurduğu istasyonlarda alabalık ve aynalı sazan üretir. Pekin ördeği üretimi çalışmaları da yapan bu kurumun ürettiği yavru balıklar kültür balıkçılığında ve baraj göllerinin balıklandırılmasında da kullanılır.
Yeraltı Kaynakları.
Türkiye yeraltı kaynakları açısından fazla zengin bir ülke sayılmaz. Ülke topraklarında varlığı saptanmış olan metal cevheri ile sanayi ve enerji hammaddesi yataklarının toplam dünya rezervleri içindeki payı ancak binde 3 düzeyindedir. Kişi başına maden üretimi ise dünya ortalamasının yaklaşık üçte biri kadardır.
Yeraltı kaynakları Osmanlı döneminde yabancılar ile azınlıklara ait bazı şirketler tarafından işletiliyordu. Anadolu'nun batı kesiminde yer alan boraks, cıva, krom, kurşun, kükürt, linyit ve zımpara taşı ile Zonguldak' da ki taşkömürü yatakları Osmanlı Devleti'nden birtakım ayrıcalıklar elde etmiş olan bu şirketlerin elindeydi. Yabancı şirketler ilkel yöntemlerle gerçekleştirdikleri üretim sonucunda çıkarttıkları cevherleri sanayi hammaddesi ve enerji hammaddesi gereksinmesini karşılamak amacıyla Batı Avrupa ülkelerine gönderiyordu. Cumhuriyetin ilanından sonra, özellikle 1930'larda ülke ekonomisinin ulusal kaynaklara dayalı olarak geliştirilmesini öngören bazı önlemler alındı. Bu önlemlerden biri de yabancı şirketlerin elindeki madenlerin satın alınarak ulusal şirketler tarafından işletilmesiydi. 1935'te maden arama ve işletme hakları yeniden düzenlendi ve bu doğrultuda çalışmalar yürütmek amacıyla Maden Tetkik ve Arama Enstitüsü (MTA) ile Etibank kuruldu. Bunun sonucunda 1940'ların sonuna kadar madencilik alanındaki üretim dört kat arttı. Aynı yıllarda MTA'nın Raman Dağı ile Garzan'da petrole rastlaması üzerine petrol arama ve petrol üretimi çalışmaları hız kazandı. Bu çalışmaları yürütmek üzere 1954'te Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı (TPAO) kuruldu. Günümüzde ülkenin değişik kesimlerinde kamuya, özel kesime ve yabancılara ait birçok şirket yeraltı kaynaklarımızın aranması ve çıkartılmasına ilişkin etkinliklerde bulunmaktadır.
Türkiye'deki başlıca metal cevherleri alüminyum, bakır-kurşun-çinko-pirit, cıva, demir, krom ve manganezdir. Alüminyum cevheri yataklarına daha çok Adana, Antalya, Hatay, Konya, Malatya ve Muğla illerinde rastlanır. Bakır-kurşun-çinko-pirit cevherlerine en çok rastlanan iller Artvin, Balıkesir, Elazığ, Giresun, Kastamonu, Kayseri, Malatya ve Niğde'dir. Başlıca cıva cevheri yatakları Balıkesir, îzmir, Konya, Niğde ve Uşak illerindedir. Adana, Aydın, Balıkesir, Elazığ, Kayseri, Malatya ve Sivas en çok demir cevheri bulunan illerdendir. Türkiye'nin dışarıya sattığı mallar arasında ön sıralarda yer alan krom cevheri en çok Adana, Elazığ ve Muğla illerinden çıkarılır. Başlıca manganez yatakları ise Artvin, Gaziantep, Muğla, Trabzon ve Zonguldak illerindedir.
Sanayi hammaddelerinden en önemlileri bor mineralleri, fosfat, kükürt, magnezit, mermer, lületaşı ve zımparataşıdır. Bor minerallerine Balıkesir, Bursa, Eskişehir ve Kütahya; fosfat yataklarına Mardin; kükürt yataklarına İsparta; magnezit yataklarına Çankırı, Erzincan, Eskişehir ve Konya; mermer yataklarına Afyonkarahisar, Balıkesir, Denizli, Giresun, Hakkâri, İzmir, Kırklareli, Kırşehir, Konya, Kütahya, Muğla, Sivas ve Yozgat; lületaşı yataklarına Eskişehir; zımpara taşı yataklarına da Aydın, Denizli ve Muğla illerinde daha çok rastlanır.
Bitümlü şist, asfaltit, linyit, taşkömürü, toryum, uranyum ile jeotermal kaynaklar, doğal gaz ve petrol Türkiye'de varlığı saptanan başlıca enerji hammaddeleridir. En büyük rezervli linyit yatakları Doğu Anadolu, Ege ve
Marmara bölgelerindedir. Taşkömürü yataklarının büyük bölümü Zonguldak ilindedir. En zengin uranyum yatakları Manisa, Uşak ve Aydın illerinde, toryum yatakları ise Eskişehir ilindedir. Türkiye'nin başlıca doğal gaz kaynaklarının Trakya havzası ile Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde olduğu bilinmektedir. En büyük rezervin bulunduğu Trakya'daki Hamitabat'ta üretim yapılmaktadır. Petrol rezervlerinin tümüne yakını Güneydoğu Anadolu Bölgesi'ndedir. Bu bölgede yerli ve yabancı birçok şirket tarafından petrol üretimi yapılmaktadır. Jeotermal enerji kaynakları daha çok Ege, Marmara, İç Anadolu ve Doğu Anadolu bölgelerinde yoğunlaşmış durumdadır.
Nüfus
1990'da yapılan nüfus sayımının geçici sonuçlarına göre Türkiye'nin nüfusu 56.969.109'a ulaşmıştır, 1985 sayımına göre Türkiye nüfusunun yüzde 10'u Trakya, yüzde 13,1'i Karadeniz, yüzde 19,4'ü Marmara ve Ege, yüzde 9,2'si Akdeniz yüzde 7'si Batı Anadolu, yüzde 24,1'i İç Anadolu, yüzde 4,8'i Güneydoğu Anadolu ve yüzde 12,4'ü Doğu Anadolu'da yaşamaktaydı. Gene aynı sayım sonuçlarına göre Türkiye nüfusunun yüzde 48,90'ı kırsal, yüzde 51,10'u kentsel alanlarda yaşıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu döneminde toplanacak vergilerle askere alınacak nüfusu saptamak ve toprak-nüfus ilişkisini belirlemek amacıyla çeşitli dönemlerde nüfus sayımları yapılmıştır. Pek başarılı olmayan bu nüfus sayımlarının ilki Rumeli ve Anadolu'daki Osmanlı topraklarında gerçekleştirilen ve yalnız erkeklerin sayıldığı 1831 sayımıdır. Türkiye Cumhuriyeti'nde çağdaş tekniklerin kullanıldığı ilk nüfus sayımı 1927'de yapılmıştır. Bunu 1935'teki ikinci nüfus sayımı izlemiştir. Bu tarihten sonra 1990'a kadar, sonu sıfır ve beş ile biten her beş yılda bir nüfus sayımı yapılması çıkartılan bir yasayla öngörülmüş ve 1990'a kadar uygulanmıştır, ,1990'da yasada gerçekleştirilen bir değişiklikle nüfus sayımlarının 10 senede bir yapılması kararlaştırılmıştır.
Cumhuriyetin kurulduğu yıllarda Türkiye'nin nüfusu 11-12 milyon dolaylarında tahmin edilmekteydi. 1927 sayımında 13.648.270 olarak belirlenen nüfusun büyük çoğunluğu kırsal alanda yaşamaktaydı. Yıllarca süren savaşlar ve salgın hastalıklar nedeniyle genç nüfusun toplam içindeki payı çok azdı. Erkeklerin sayısı da kadınların oldukça gerisindeydi. 1990'a gelindiğinde nüfus yaklaşık dört kat artmış, toplam nüfus içinde genç nüfus egemen duruma gelmiştir. Günümüzde Türkiye nüfusunun en önemli özelliklerinden biri genç olmasıdır.
Cumhuriyetin ilk yıllarından 1960'a kadar Türkiye'de nüfus artırıcı bir politika egemen olmuştur. Bu politikanın kökleri ekonomiyi olumsuz etkileyen bir nüfus azlığının söz konusu olduğu Osmanlı dönemine kadar uzanmaktaydı. Sürekli savaşlar, salgın hastalıklar ve halk sağlığına ilişkin önlemlerin yetersizliği nüfus artış hızını olumsuz etkileyen etmenlerin başlıcalarıydı. Türkiye'nin kalkınmasında o yıllarda tarımsal üretimin artması temel alınmaktaydı. Tarımsal üretimse bütünüyle insan gücüne dayanıyordu. Ayrıca yem kazanılmış olan bağımsızlığın korunması için gerekli olan askeri gücün temel öğesini o yıllarda da insan gücü oluşturuyordu. Bu koşullar cumhuriyet hükümetlerini nüfus artırıcı bir politika izlemeye yöneltti. Bu politika bir yandan doğumları artırmak, öte yandan ölümleri azaltmak yönünde yoğunlaştı. Doğumları artırmak için beş ve daha çok çocuklu ailelerden "yol vergisi" almamak; altı ve daha çok çocuklu ailelere ikramiye ve madalya vermek gibi özendirici yollara başvuruldu. Gebeliği önleyici ilaç ve araçların satılması yasaklanırken, kürtaja ağır cezalar kondu. Ölüm oranlarını azaltmak amacıyla salgın hastalıkların önünün alınması için yoğun bir çabaya girildi. Nüfus artışını özendiren bu politika 1960'lara kadar sürdürüldü.
Uygulanan nüfus politikaları 1945'ten sonra Türkiye'nin nüfus artış hızını yüzde 2,5'iıı üzerine çıkarmıştı. 1960'lara gelindiğinde bu kez nüfus patlaması sonucu hızla büyüyen nüfusun ekonomik ve toplumsal gereksinimlerini karşılamakta zorluklar belirmeye başladı. Ekonomik büyümenin istenilen düzeye erişmemesi ve genç kuşaklara ekonomiye olumlu katkıda bulunacak iş olanaklarının sağlanamaması nüfus sorununu yeniden güncelleştirdi. Bu kez eskiden uygulanan nüfus artışını özendiren politikanın yerine nüfus artışını azaltıcı politikalar aranmaya başlandı „ Değişen nüfus politikası çerçevesinde gebeliği önleyici ilaç ve gereçlerin satışı ve kullanımıyla bu konuda eğitim etkinlikleri serbest bırakıldı. 1965'te çıkartılan Nüfus Planlaması Hakkında Kanun ailelerin istedikleri kadar çocuk sahibi olabileceklerini, daha fazla çocuk sahibi olmak istemeyenlerin gebeliği önleyici önlemler alabileceklerini öngörüyordu. Ama nüfus artış hızını azaltıcı politikalar 1983'e kadar pek etkili olmadı. Bu tarihte çıkartılan bir yasa ile belli koşullarda gebeliğin önlenmesi ve kısırlaştırma serbest bırakıldı. Nüfus planlaması doğrultusunda yoğun bir eğitim ve propaganda çalışmasına girişildi.
Hızlı nüfus artışı nedeniyle Türkiye Avrupa'nın en genç nüfusuna sahip ülkelerinden biridir.
Türkiye'de genç nüfusun (0-25 yaş) 1970'te toplam nüfus içinde payı yüzde
57,3'ten 1980'de yüzde 58,7'ye çıkmıştır. Aynı yıllar içinde ekonomik açıdan çalışabilir durumda olan 15-25 yaş arasındaki nüfusun toplam nüfus içindeki payı yüzde 43,2'den yüzde 48,9'a yükselmiştir. Bu durum gençlere ilişkin, iş bulmaktan eğitime kadar, çözülmesi gereken bir dizi sorunu da gündeme getirmiştir.
1927'de toplam nüfus içinde kırsal kesimde yaşayanların oranı yüzde 83,62 (11.412.185), kentte yaşayanların oranı ise yüzde 16,38'di (2.236.085). 1990'a gelindiğinde kentsel alanda yaşayanların toplam nüfus içindeki oranı yüzde 59'a (33.666.967), kırsal alanda yaşa- yanlarınki ise yüzde 41'e (23.302.142) ulaştı. Kentsel işlevleri açısından cumhuriyetin ilk yıllarında belirli bir düzeye erişmiş yalnız iki kent, İstanbul ve İzmir varken bu sayı günümüzde çok daha artmış durumdadır. Kentsel nüfusun toplam nüfus içindeki bu artışına 1950'den sonra hız kazanan köyden kente göç olgusu neden olmuştur. Ama bu olgu başta İstanbul, Ankara, İzmir olmak üzere birçok kentte büyük nüfus yığılmalarına ve sağlıksız gecekondu bölgelerinin oluşmasına yol açmıştır.
Ekonomi
Planlı bir karma ekonominin yürürlükte olduğu Türkiye yeni sanayileşen ülkeler arasında sınıflandırılmaktadır. Özellikle son 10 yıl boyunca devletin ekonomideki yerini ve rolünü sınırlayıcı politikalar izlenerek, pazar güçleri ve ilişkilerinin önemi artırılmıştır. 1989'da Türkiye'de gayri safi milli hasıla (GSMH) 170,679 trilyon Türk Lirası (79,554 milyar ABD Dolan), kişi başına GSMH ise 3.730.000 Türk Lirası (1.432 ABD Dolan) dolayındaydı.
Osmanlı Devleti'nden Devralınan Yapı. Tür kiye Cumhuriyeti Osmanlı İmparatorluğumdan bütünüyle çökmüş bir ekonomik yapı devralmıştı. Ağır dış borçlar altında ezilen, yan sömürgeleşmiş bu ekonomik yapı 19. yüzyıl boyunca batılı güçlerin sürekli ekonomik baskılan sonucu ortaya çıkmıştı. Başta İngiltere olmak üzere batının sanayileşmiş kapitalist ülkeleri ile önce serbest ticaret ve borçlanma ile başlayan ekonomik ilişkiler sonunda imparatorluğun batının bir açık pazan olmasına yol açmıştı. Osmanlı ekonomisi tarıma dayanıyordu. Sanayi ise küçük işletmelerden oluşuyordu. Sanayinin önemli bölümü yabancılar ile azınlıkların denetimindeydi. Dış ticaret ise bütünüyle azınlıkların elindeydi. Türk ve Müslüman tüccarlar ağırlıklı olarak iç ticaretle uğraşmaktaydılar.
II. Meşrutiyet'in ilanını (1908) izleyen yıllarda siyasal iktidarı elinde tutan ittihat ve Terakki Fırkası, ulusal bir kapitalizm kurma doğrultusunda bazı adımlar atmıştı. "Milli ekonomi" görüşüyle yola çıkan İttihat ve Terakki yöneticilerinin ekonomik bağımsızlığa ilişkin görüşleri, devletin egemenlik haklarını zedeleyen, yabancı ülkelere tanınmış ayrıcalıkların kaldırılmasıyla sınırlıydı. Bunun sonucu olarak, yasal ayrıcalıklar ve siyasal istekler içermemesi koşuluyla dış borçlanma özendiriliyordu. Ayrıca I. Dünya Savaşı yıllarına kadar yerli sanayiyi koruyucu bir gümrük politikası da izlenmemişti. Bu ekonomik yaklaşım, 20. yüzyıl başlarındaki Osmanlı toplumunun koşullarında sanayinin gelişmesini engelleyen etmenlerdendi. Ayrıca 1908'i izleyen 14 yılın üst üste gelen isyan ve savaşlarla geçmesi alınabilecek önlemleri de etkisiz kılmış ve ekonomiyi tümüyle iflasa sürüklemişti. Kurtuluş Savaşı sona erdiğinde, ekonominin belkemiğini oluşturan tarımsal üretim savaş öncesine göre yan yarıya azalmıştı.
1923-29. Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti'yle siyasal ve yönetsel tüm bağlarını koparmış genç bir devletti, ama ekonomik yönden geçmişle ilgili tüm bağlar atılamamıştı. 1923-29 arasında Türkiye'nin izlediği ekonomi politikalarının belirlenmesinde, devralınan ekonomik miras ve 1908 sonrası uygulanmaya çalışılan ulusal kapitalizmi kurma eğiliminin sürmesi önemli rol oynamıştır. Korumacı ve yerli sanayiyi özendirici bir politika milli ekonomi görüşünün temel yönelişiydi. Amaçlanan, devlet desteğiyle yerli ve ulusal bir sermaye sınıfı yaratmaktı. Bu, çağdaşlaşmanın ve gelişmenin temeli olarak görülüyordu. Ne var ki, bu yaklaşımın önündeki en büyük engel Lozan Banş Antlaşması'nın bazı maddeleriydi. Bu antlaşma yeni Türk devletinin siyasal ve ekonomik bağımsızlığı yönünden son derece önemli olan kapitülasyonları kaldırmakla birlikte, Osmanlı borçlarının yaklaşık üçte ikisini Türkiye Cumhuriyeti'nin üstlenmesini de öngörüyordu. Ayrıca Lozan Antlaşması'na ek olarak imzalanan Ticaret Sözleşmesi beş yıl süre ile Türkiye'nin yabancı ülkelere karşı uygulayabileceği ekonomi politikalarını dondurmasını, bazı özel koşullar dışında dışalım ve dışsatım yasaklarının kaldırılarak yenilerinin konmamasını ve 1916 gümrük tarifelerinin beş yıl süreyle değiştirilmeden uygulanmasını getiriyordu. Böylece beş yıl süreyle Türkiye'nin gümrük gelirlerini artırmaya ya da sanayiyi dış rekabetten korumaya dönük bir politika izlenmesi engellenmekteydi.
Şubat 1923'te yeni Türk devletinin izleyeceği ekonomi politikalarını saptamayı amaçlayan İzmir İktisat Kongresi toplandı. Bu kongrenin amaçlarının başında Kurtuluş Savaşı yıllarında Ankara ile sağlıklı bir bağ kuramamış olan İstanbul ve İzmir'deki Türk-Müslüman sermaye çevrelerinin yeni yönetim kadrolarıyla bütünleşmesini sağlamaktı. Bunun yanında dış dünyaya, Kurtuluş Savaşı'nı yöneten önder kadroların toplumdaki tüm kesimlerin yalnız siyasal değil, ekonomik istekler açısından da meşru temsilcileri oldukları gösterilmek isteniyordu. Ayrıca kongre, yabancı sermaye çevrelerine Osmanlı İmparatorluğu'ndan devralınan liberal ekonomi politikalarında ve yabancı sermayeye karşı tutumda köklü değişiklikler olmayacağını da sergilemeyi amaçlıyordu.
İzmir İktisat Kongresi, "mesleki temsil" ilkesine göre örgütlendi. Buna göre kongreye çiftçi, tüccar, sanayici ve amele (işçi) temsilcileri katıldı. Kongrenin en örgütlü kesimini tüccarlar oluşturmaktaydılar. Bu kesim kongreden, tekellerin kaldırılması, hükümetin de ortak olacağı bir ticaret bankasının kurulması, deniz ticareti ile gümrük işlemlerinin yeniden düzenlenmesi, yabancı sermaye girişinin yeniden biçimlendirilmesi, yabancı sermayenin Türkler'le ortaklığa zorlanması gibi birçok karar çıkardı. Kongrenin ikinci etkin grubunu oluşturan çiftçilerin kongreye kabul ettirdikleri kararların başında aşarın (öşür) kaldırılması ve tarımsal kredi olanaklarının artırılması geliyordu. Kongreye katılan sanayiciler, sanayinin gümrük yoluyla dış rekabetten korunmasını, sanayi bankasının kurulmasını,
Teşvik-i Sanayi Kanunu'nun yeniden düzenlenmesini içeren kararlar aldırdılar. Öte yandan, işçilerin ücretlere ve çalışma koşullarına ilişkin isteklerinin çoğu tüccar ve sanayici gruplarınca reddedilirken, sekiz saatlik işgünü, ücretli hafta tatili, amele yerine işçi denmesi gibi bazı istekleri kabul edildi.
Kongreye egemen olan hava, ekonominin kendi kuralları içinde işlemesine devletin hiçbir biçimde karışmamasıydı. Devlet büyük altyapı yatırımlarını üstlenecek ve özel girişimi geliştirecek önlemler alacaktı. Bu ekonomi politikasının temelinde, devlet desteği ile yeni bir ulasal sermaye sınıfı yaratmak ve bunların yabancı sermaye ile oluşturacakları işbirliği ve ortaklıkla ülkenin sanayileşmesini gerçekleştirmek yatıyordu. Bazı zorunlu sınırlamalar dışında İzmir İktisat Kongresi'nin aldığı kararlar 1930'a kadar Türkiye Cumhuriyeti'nin ekonomi politikalarını biçimlendirdi.
Cumhuriyet döneminin 1923-29 arasını kapsayan bu ilk yıllarında ulusal ekonomiyi geliştirmek için çeşitli alanlarda adımlar atıldı. Tarımda pazara yönelik üretimi özendirmek ve kapitalizmin gelişmesine ayak bağı olan engelleri ortadan kaldırmak amacıyla bir dizi önlem alındı. Yurtdışından getirilen tarım araçlarının Ziraat Bankası aracılığıyla üreticiye gümrüksüz dağıtılması, tarım kredilerinin artırılması, 1926'da yürürlüğe giren Medeni Kanun'la temel üretim aracı olan toprakta özel mülkiyetin yasal olarak güvence altına alınması ve toprağın alınıp satılabilmesinin kolaylaştırılması bu önlemlerin önde gelenleriydi. Bu doğrultuda atılan bir başka önemli adım devlet gelirleri içinde büyük bir yeri olan aşarın 1925'te kaldırılması oldu. Aşar Osmanlı Devleti'nin vergi olarak çiftçinin ürününün onda birini almasıydı. Ürün olarak alman bu verginin kalkmasıyla üretici devlete verdiği ürünü pazarda satma olanağını kazandı.
1923-29 döneminde ulusal girişimcilerin ve ulusal sanayinin yaratılıp geliştirilmesi doğrultusunda atılan adımların başında 1925'te Sanayi ve Maadin Bankası'nın kurulması gelir. 1932'ye kadar etkinlikte bulunan bu banka, kendisine devredilen Hereke, Feshane, Bakırköy Bez, Beykoz Deri ve Kundura fabrikalarını uygun koşullarda özel sektöre devredinceye kadar işletmek, özel sektöre kredi sağlamak, özel sektörle ortaklık kurmak gibi amaçlar için kurulmuştu. Ayrıca 1927'de Teşvik-! Sanayi Kanunu'nun kapsamı değiştirilerek sanayicilere çok geniş bağışıklık ayrıcalık ve özendirme olanakları tanındı. Ama tüm çabalara karşın sanayinin tarım ürünlerini işleme, madencilik ve dokuma alanlarına yoğunlaşması engellenemedi. Sanayi temel tüketim mallarını bile üretemiyor, bu tür malların çok büyük bölümü dışalımla karşılanıyordu.
Cumhuriyet yönetimi yabancı sermayeyi belirli koşullarda özendirmeyi ilke olarak benimsemişti. Ama yarı sömürge Osmanlı ekonomisinden arta kalan ve yaşamsal önemi olan bazı yabancı tekel ve işletmelerin kamulaştırılmasından da kaçınılmadı. Önce yabancı sermayenin elinde bulunan çeşitli demiryolu hatları kamulaştırıldı. Ardından 1926'da Türk limanları arasında denizyoluyla yolcu ve yük taşıma hakkı (kabotaj) yabancılara yasaklandı. Bu atılımları Osmanlı döneminin olum-
suz ekonomik miraslarından biri olan Reji İdaresi'nin satın alınarak kamulaştırılması izledi. Kibrit, alkol, ispirto, petrol ve şeker başta olmak üzere bazı malların dışalımı ve ticareti yerli ya da yabancı tekellere bırakıldı.
1924'te kurulan Türkiye İş Bankası yerli ve yabancı sermaye ile cumhuriyetin siyasal kadroları arasında yakın ilişkilerin oluşmasında önemli bir rol oynamıştır. Genel müdürlüğüne tmar Vekilliği'nden (Bayındırlık Bakanlığı) ayrılan Celal Bey'in (Bayar) getirildiği bankanın kurucuları etkin siyasetçiler ile zengin tüccarlardı. İlk yönetim kurulu ise tümüyle milletvekillerinden oluşuyordu. İş Bankası ile ilişkili siyasetçiler sermaye çevreleriyle devlet arasında önemli bir köprü oluşturdular. Bunlar birçok ekonomik kararın sermaye çevrelerinin istekleri doğrultusunda yönlendirilmesinde çok etkili olan bir baskı grubu rolü oynadılar.
1920'lerin sonuna gelindiğinde uygulanmakta olan ekonomi politikasının özellikle sanayide başarılı olmadığı görülmeye başlandı. Özel kesime öncelik veren sanayileşme politikası temel tüketim mallarının yerli üretimini bile sağlayamamıştı. Ticaret, bankacılık ve benzeri alanlarda elde edilen kârların ya da tarımsal ürün fazlasının sanayi yatırımına dönüştürülememesi başlıca sorundu. Ticarette kısa dönem kârlarının yüksekliği sanayiye yatırım yapılmasını engelleyen bir öğeydi. İzmir İktisat Kongresi'nden sonra cumhuriyetin siyasal kadrolarının devlet yardımıyla sermaye birikimini sağlama çabaları başarılı olmamıştı. Bu nedenle, bir bölümü siyasal kadrolardan kaynaklanan yerli sermaye sınıfının oluşması ve yabancı sermaye ile eşit koşullarda işbirliği içine girip sanayileşmeyi sağlaması da gerçekleşmemişti.
1930-39. 1929'da batı dünyasında patlak veren büyük ekonomik bunalımın etkisiyle Türkiye'nin yurtdışına sattığı tarımsal ürün fiyatlarında büyük düşmeler oldu. Bu, devlet gelirlerinin azalmasına yol açtı. Ayrıca aynı yıl Osmanlı borçlarının ilk taksidinin ödenmeye başlanması, bunalımın devlet gelirleri üzerindeki olumsuz etkisini daha da artırdı. 1929'da Lozan Barış Antlaşması'nın getirdiği ekonomik sınırlamaların kalkmasıyla devlet gümrük vergilerini yükseltme olanağına kavuştu. Sanayileşmede uğranılan başarısızlık ve Büyük Dünya Bunalımı'nda hemen hemen bütün ülkelerde devletin ekonomideki etkisinin artması Türkiye'de de 1923-29 yılları arasında uygulanan liberal ekonomi politikalarından uzaklaşılmasında etkili oldu. Ayrıca 1930'da Atatürk'ün emriyle kurulan Serbest Cumhuriyet Fırkası geniş halk yığınlarında var olan hoşnutsuzluğun ne kadar yaygın ve ciddi olduğunu göstermişti. Yönetici kadrolar ciddi bir ekonomik atılım dönemine girilmemesi durumunda önemli siyasal sorunlarla karşılaşacağı düşüncesindeydiler.
1930-39 dönemi korumacı ve devletçi ekonomi politikalarının izlendiği yıllar olmuştur. Bu dönemin temel niteliği kapitalistleşme sürecini hızlandırmak için devletin ekonomik etkinliğinin yüksek bir düzeye ulaşmasıdır.
Bu dönemde Türkiye ekonomisi devlet eliyle ulusal bir sanayileşme deneyimine girişti. Başlangıçta korumacı önlemlerle dış ticaret alanında daha etkin bir rol üstlenen devlet giderek yatırımcı, işletmeci ve denetleyici olarak ekonomiye egemen oldu. 1930-39 yılları arasındaki bu dönemi, yalnız korumacı önlemlerle yetinilen 1930-31 yılları, devletçi uygulamalara geçişin gerçekleştiği 1932 yılı ve devletçiliğin uygulandığı 1933-39 yılları olarak bölümleyebiliriz.
1930 sonrası yabancı sermayeye karşı önemli bir tavır değişikliği içine girildi. Bunalım koşullarında azalmış bulunan özel dış yatırımlara karşı olumsuz bir tavır alındı. Madencilik kesimindeki yabancı işletmeler ile yabancı şirketlerin hisselerini devlet satın aldı. Yabancı şirketlere ait tekeller ve İstanbul'da yabancı şirketlerin yürüttüğü belediye hizmetleri de kamulaştırıldı. Bu dönemde İngiltere ve SSCB'den az miktarda dış kredi alındı.
Tarımsal üretim ile ticaretin de devletçe desteklenmesi ve denetlenmesi yoluna gidildi. Bunun gerçekleştirilmesi için ya buğdayda olduğu gibi devlet kuruluşları pazara doğrudan alıcı olarak girdi ya da tarımsal hammaddeyi kullanan sanayinin büyük bölümünü elinde tuttuğu için, örneğin şekerpancarı ve pamuk fiyatlarını belirleyebildi. Yurtdışına satılan tarım ürünlerinde denetim tarım satış kooperatifleri aracılığıyla sağlanıyordu. Sanayide ise fiyat kontrolleri ve hükümete verilen çeşitli yetkilerle denetim kurulmaktaydı. Tüm bu denetimlerin yanında dönemin en belirleyici yanı devletin doğrudan yatırımcı ve üretici işlevler yüklenmesidir.
Devletin bu tür etkinlikleri 1934'te uygulanmaya başlayan Birinci Beş Yıllık Sanayi Planı'yla düzenlenmiştir. Devlet tarım ürünlerinin işlenmesini, madenlerin değerlendirilmesini sağlayacak ve dışalımla sağlanan sanayi ürünlerinin yerini alacak yatırımlara girişti. Sanayileşme öncelikle dokuma, şeker gibi tüketim mallarıyla o yıllarda önem verilen eğitim ve yapım işlerinin iki temel maddesi olan kâğıt ve çimento üretiminde yoğunlaştı. 1930'ların sonlarında Türkiye artık "üç beyazlar" yani un, şeker ve dokumayı dışarıdan almaya gerek duymayacak duruma gelmişti.
Devletçi ekonomi politikalarının uygulandığı 1929-39 yılları Türkiye'nin sanayileşme doğrultusunda en büyük adımları attığı yıllar olmuştur. Ayrıca bu sanayinin ekonominin öz gücüyle gerçekleştirilmiş olması önemlidir.Bu dönemde dış ticaret açığı da ortaya çıkmamıştır.1940-50. Türkiye 1939'da çıkan II. Dünya Savaşı'na girmemesine karşın, savaşın yarattığı güçlüklerden oldukça etkilendi. Bu nedenle 1940-45 yıllan arasında uygulanan ekonomi politikaları savaşın yarattığı iç ve dış koşullar- ca belirlenmiştir. Dışalım bu dönemde yarı yarıya azaldı. Öte yandan yetişkin nüfusun önemli bir bölümünün askere alınması, özellikle tarımsal alanda büyük üretim düşmelerine yol açtı. Savaş nedeniyle savunma harcamalarının bütçeye egemen olması sanayi yatırımlarının ertelenmesini gerektirdi. Kısaca, 1940-45 yıllan ekonomik gelişmenin durduğu ve gerilediği bir dönem oldu.
1940-45 yıllan arasında devletçilik daha katı bir biçimde uygulanmıştır. Bu dönemde devlet savaş nedeniyle özel girişim ve ticaret etkinlikleri üzerinde daha sıkı bir denetim kurmaya yöneldi. Bu amaçla 1940'ta çıkartılan Milli Korunma Kanunu'yla çalışan kesime ücretli iş yükümlülüğü, ücretlerin sınırlandırılması, çalışma süresinin uzatılması gibi hükümler getirildi. Ayrıca bu yasa hükümete özel işletmelere geçici el koyma, iç ticarette en yüksek, dışarıdan alınan mallardaysa en düşük fiyatlan belirleme, temel tüketim mallarının vesikayla (karneyle) dağıtımı gibi önlemler alma yetkisi de veriyordu. Ne var ki, piyasa denetimine gidilen her alanda karaborsanın, istifçiliğin, rüşvet ve iltimasın önüne geçilemedi. 1942'de savaştan doğan aşırı kâr- lan devlete aktarmak amacıyla hazırlanan Varlık Vergisi yürürlüğe girdi. Bir kere için alınacak olan bu verginin miktarını saptama yetkisi komisyonlara verilmişti. Yasa metninde ırk ve din ayrımı bulunmamasına karşın, Varlık Vergisi uygulamasında toplanan verginin yandan çoğunu azınlıklar ödedi. Varlık Vergisi'nin büyük ölçüde dışında tutulan ta- rım kesimiyse 1944'te çıkartılan Toprak Mahsulleri Vergisi ile vergilendirildi.
Savaş sonrası dünyada ve Türkiye'de yeni bir ekonomik ve siyasal yapılanma döneminin başlangıcı olmuştur. Türkiye'de 1946 yılı tek parti yönetiminden çok partili parlamenter sisteme geçiş yılıdır. Yasal ve siyasal alanda gerçekleşen değişiklikler, devlet sektöründe baş gösteren para sıkıntısı, iş çevreleri, çiftçiler, aydınlar ve siyasetçilerce yürütülen sert muhalefet, 1946 sonrasında devletin ekonomiye müdahalesinin sınırlandırılmasında etkili oldu. Ayrıca savaş sonrasında yakın ilişkilerin kurulduğu batılı devletler, Türkiye'de de kendi ülkelerindekine benzer bir ekonomik yapının yerleşmesini istiyor ve bu yönde değişik kanallardan etkide, hatta baskıda bulunuyorlardı. Bu etkilerin büyük bölümü 1947'den sonra alınmaya başlayan dış yardımlar nedeniyle ekonomik yönden kazanan ABD'den geliyordu. Böylece daha önce uygulanmakta olan korumacı, dış ticaret dengesine dayalı ve içe dönük ekonomi politikalarından adım adım uzaklaşılmaya başlandı. Özel sermayenin daha önce kendisine kapatılmış bazı alanlarda etkinlikte bulunmasına izin verildi. Döviz ve hammadde dağıtımında devlet işletmelerine tanınan öncelikler azaltıldı. Dışalım serbestleştirilerek yabancı sermayenin gelmesi için çalışmalara başlandı. 1947'de Türkiye Uluslararası Para Fonu, Dünya Bankası ve 1948'de Avrupa Ekonomik İşbirliği Örgütü' ne üye oldu. Bu dönemde önce Truman Doktrini, ardından Marshall Planı çerçevesinde yardım alınmaya başlandı.
1950-60. Bu döneme damgasını vuran Demokrat Parti, 1950 seçimlerinde Cumhuriyet Halk Partisi'ni yenilgiye uğratarak iktidara gelmişti. Demokrat Parti devletin ekonomik etkinliğinin kamu yararı olan dallar ve temel sanayi kollarıyla sınırlı kalmasını öngörmekteydi. Devletin ekonomik etkinliklerinin amacı ulusal ekonomiyi geliştirmek ve halkın zorunlu gereksinimlerini karşılamak olacaktı. 1950'nin ilk yıllarında ekonomide hızlı bir gelişme süreci başladı. Bunda, tarımın makineleşmesi, tarımsal üretim artışı, dış borçlanma kaynaklarının genişlemesi, Kore Savaşı nedeniyle dünya pazarlarında tarımsal ürün fiyatlarının yükselmesi rol oynamıştır. Tarımsal üretimdeki artışı, yeni toprakların işletmeye açılması, tarımda ileri teknolojinin kullanılmaya başlanması ve doğal koşulların elverişli gitmesi sağladı. Tarım kesimindeki bu gelişmeler öbür kesimleri de etkileyerek sanayi ve hizmet sektörlerinde de önemli gelişmelere yol açtı. 1950-53 yıllarında sanayi, ulaştırma (limanlar ve karayolları), enerji ve öbür alanlarda geniş çaplı yatırımlar yapıldı.
1954, savaş sonrasında görülen hızlı büyümenin durduğu ve ekonominin bunalıma doğru sürüklendiği yıl oldu. Kötü doğa koşulları nedeniyle tarımsal ürünün düşmesi, yavaş yavaş ekilebilir alanların sınırına ulaşılması, Kore Savaşı'nın sona ermesiyle dışarıya sattığımız mallara talebin azalması dışsatımla elde edilen gelirlerde bir düşme yarattı. Dış gelirlerin, dışalımdaki artışa uygun bir gelişme gösterememesi, dış ticaret açığının hızla büyümesini ve dış borçlarla ABD yardımının da bu açığı karşılayamamasını doğurdu. Bunun sonucu olarak 1955'ten sonra dışarıdan alınan hammadde, makine ve donanım, yedek parça gibi mallarda başlayan kıtlık daha çok özel sermaye yatırımlarını sekteye uğrattı. Ekonominin içine girdiği bu bunalım Demokrat Parti hükümetini dışalımı kısıtlamak, dışarıdan lüks mal alımını önlemek gibi dış ticareti denetleyici ekonomi politikalarına yöneltti. Yeni kredi bulmada karşılaşılan güçlükler, dışarıdan alınan tüketim mallarının büyük ölçüde devlet yatırımlarıyla ülke içinde üretilmesi eğilimini güçlendirmişti. Milli Korunma Kanunu yeniden yürürlüğe konarak birçok malın fiyatı devletçe denetlenmeye başlandı. Katı bir biçimde uygulanan bu önlemler bir süre için fiyat artışlarını durdurdu. Ama kâr düzeyleri hükümetçe belirlendiği ve saptanan fiyatlar özel sermaye kesimlerine yeterli gelmediği için üretimi engelleyen tıkanıklık yeniden görülmeye başlandı. Ayrıca alınan tüm önlemlere karşın dış ticaret açıkları süreklilik kazandı.
Bu durum karşısında Demokrat Parti hükümeti 1958'de ekonomik bunalıma son vermek amacıyla köklü ekonomik önlemler alma yoluna gitti. Türk parasının değeri dolar karşısında büyük oranda düşürüldü. Uygulanmakta olan kontrollü dış ticaret politikasından uzak!aşıldı. Milli Korunma Kanunu uygulamaları durduruldu. Kamu işletmeleri ürünlerine zamlar yapılarak bütçe açığının daraltılmasına gidildi. Başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin önerileri doğrultusunda gerçekleştirilen bu önlemler, bu ülkelere olan dış borçların ertelenmesini ve yeni kredilerin alınmasını sağladı. Bu önlemlerle fiyat artışları büyük ölçüde engellendi. Dışalımda tüketim mallarının payı azaltılarak yatırım ve ara malları payının artırılması üretimin de artmasını sağladı.
1960-80. Demokrat Parti'nin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini izleyen yıllar Türkiye ekonomisinde yeni bir genişleme sürecinin başlangıcı oldu. Bu dönemin eh belirgin özelliği 1980'e kadar ekonomi politikalarının planlama tabanına oturtulmuş olmasıdır. 1963'ten başlayarak uygulanan beş yıllık kalkınma planları bu dönemin yatırım politikaları üzerinde belirleyici olmuştur. Üretim yapısını veri alan bu planlar, ekonominin her yıl belli bir hızla büyümesini temel amaç edinmişti. Planların bir başka özelliği de sanayiye öncelik vermeleriydi. Uygulamada kamu yatırımları beş yıllık plan çerçevesinde hazırlanan yıllık programlara uyum göstermek zorundaydı. Özel girişimlerinse, devletçe sağlanan çeşitli özendirici ve desteklerden yararlanabilmek için, gerçekleştirdikleri yatırımların plan hedeflerine uygunluğunu ilgili kamu kuruluşlarına onaylatmaları gerekiyordu.
Genel görünümüyle bu dönemde de daha önce uygulanmış olan dış ticarette korumacı, dışarıdan alınan malların ülke içinde üretilmesini amaçlayan, iç pazara dönük bir ekonomi politikası yürütüldü. Ama sanayileşmenin yönelişi ve yatırımların dağılımı açısından tamamen farklı bir yapılanma vardı. Bu dönemde dışarıdan alman malların ülke içinde üretilmesine yönelik sanayileşmede radyo, televizyon, buzdolabı, otomobil, çamaşır makinesi gibi dayanıklı tüketim malları öne çıktı. Bu malların dövizin kıt olduğu ve dış ticaret açığının önemli boyutlara ulaştığı bir dönemde dışarıdan getirilmesini serbest bırakmak olanaksızdı. Böylece bu mallar büyük oranda yabancı sermayenin katılımıyla ülke içinde üretilmeye başlandı. Başlarda bu malların yurtdışından getirilen parçalarının Türkiye'de bir araya getirilerek piyasaya çıkarılması biçiminde gelişen dayanıklı tüketim malları sanayisi giderek daha fazla yerli üretimle ve çevresindeki yan sanayi ile çağdaş sanayi görünümü kazandı. Ne var ki, bu kesim temel girdiler ve teknoloji yönünden dışa bağımlıydı. Ayrıca üretimin hem niteliği, hem de niceliği batıda üretilenlerden geriydi. Bu nedenle de dışsatım olanakları yok denecek kadar azdı.
1954, savaş sonrasında görülen hızlı büyümenin durduğu ve ekonominin bunalıma doğru sürüklendiği yıl oldu. Kötü doğa koşulları nedeniyle tarımsal ürünün düşmesi, yavaş yavaş ekilebilir alanların sınırına ulaşılması, Kore Savaşı'nın sona ermesiyle dışarıya sattığımız mallara talebin azalması dışsatımla elde edilen gelirlerde bir düşme yarattı. Dış gelirlerin, dışalımdaki artışa uygun bir gelişme gösterememesi, dış ticaret açığının hızla büyümesini ve dış borçlarla ABD yardımının da bu açığı karşılayamamasını doğurdu. Bunun sonucu olarak 1955'ten sonra dışarıdan alınan hammadde, makine ve donanım, yedek parça gibi mallarda başlayan kıtlık daha çok özel sermaye yatırımlarını sekteye uğrattı. Ekonominin içine girdiği bu bunalım Demokrat Parti hükümetini dışalımı kısıtlamak, dışarıdan lüks mal alımını önlemek gibi dış ticareti denetleyici ekonomi politikalarına yöneltti. Yeni kredi bulmada karşılaşılan güçlükler, dışarıdan alman tüketim mallarının büyük ölçüde devlet yatırımlarıyla ülke içinde üretilmesi eğilimini güçlendirmişti. Milli Korunma Kanunu yeniden yürürlüğe konarak birçok malın fiyatı devletçe denetlenmeye başlandı. Katı bir biçimde uygulanan bu önlemler bir süre için fiyat artışlarını durdurdu. Ama kâr düzeyleri hükümetçe belirlendiği ve saptanan fiyatlar özel sermaye kesimlerine yeterli gelmediği için üretimi engelleyen tıkanıklık yeniden görülmeye başlandı. Ayrıca alınan tüm önlemlere karşın dış ticaret açıkları süreklilik kazandı.
Bu durum karşısında Demokrat Parti hükümeti İ958'de ekonomik bunalıma son vermek amacıyla köklü ekonomik önlemler alma yoluna gitti. Türk parasının değeri dolar karşısında büyük oranda düşürüldü. Uygulanmakta olan kontrollü dış ticaret politikasından uzaklaşıldı. Milli Korunma Kanunu uygulamaları durduruldu. Kamu işletmeleri ürünlerine zamlar yapılarak bütçe açığının daraltılmasına gidildi. Başta ABD olmak üzere batılı ülkelerin önerileri doğrultusunda gerçekleştirilen bu önlemler, bu ülkelere olan dış borçların ertelenmesini ve yeni kredilerin alınmasını sağladı. Bu önlemlerle fiyat artışları büyük ölçüde engellendi. Dışalımda tüketim mallarının payı azaltılarak yatırım ve ara malları payının artırılması üretimin de artmasını sağladı.
1960-80. Demokrat Parti'nin iktidardan uzaklaştırılmasıyla sonuçlanan 27 Mayıs 1960 askeri müdahalesini izleyen yıllar Türkiye ekonomisinde yeni bir genişleme sürecinin başlangıcı oldu. Bu dönemin en belirgin özelliği 1980'e kadar ekonomi politikalarının planlama tabanına oturtulmuş olmasıdır. 1963'ten başlayarak uygulanan beş yıllık kalkınma planları bu dönemin yatırım politikaları üzerinde belirleyici olmuştur. Üretim yapısını veri alan bu planlar, ekonominin her yıl belli bir hızla büyümesini temel amaç edinmişti. Planların bir başka özelliği de sanayiye öncelik vermeleriydi. Uygulamada kamu yatırımları beş yıllık plan çerçevesinde hazırlanan yıllık programlara uyum göstermek zorundaydı. Özel girişimlerinse, devletçe sağlanan çeşitli özendirici ve desteklerden yararlanabilmek için, gerçekleştirdikleri yatırımların plan hedeflerine uygunluğunu ilgili kamu kuruluşlarına onaylatmaları gerekiyordu.
Genel görünümüyle bu dönemde de daha önce uygulanmış olan dış ticarette korumacı, dışarıdan alınan malların ülke içinde üretilmesini amaçlayan, iç pazara dönük bir ekonomi politikası yürütüldü. Ama sanayileşmenin yönelişi ve yatırımların dağılımı açısından tamamen farklı bir yapılanma vardı. Bu dönemde dışarıdan alman malların ülke içinde üretilmesine yönelik sanayileşmede radyo, televizyon, buzdolabı, otomobil, çamaşır makinesi gibi dayanıklı tüketim malları öne çıktı. Bu malların dövizin kıt olduğu ve dış ticaret açığının önemli boyutlara ulaştığı bir dönemde dışarıdan getirilmesini serbest bırakmak olanaksızdı. Böylece bu mallar büyük oranda yabancı sermayenin katılımıyla ülke içinde üretilmeye başlandı. Başlarda bu malların yurtdışından getirilen parçalarının Türkiye'de bir araya getirilerek piyasaya çıkarılması biçiminde gelişen dayanıklı tüketim malları sanayisi giderek daha fazla yerli üretimle ve çevresindeki yan sanayi ile çağdaş sanayi görünümü kazandı. Ne var ki, bu kesim temel girdiler ve teknoloji yönünden dışa bağımlıydı. Ayrıca üretimin hem niteliği, hem de niceliği batıda üretilenlerden geriydi. Bu nedenle de dışsatım olanakları yok denecek kadar azdı.
Dışarıdan alınan malların ülke içinde üretilmesi biçimindeki sanayileşme kamu kesiminde de izlendi. Devlet yatırımları demir-çelik, bakır, alüminyum, petrokimya ürünleri ve yapı gereçleri gibi temel ara mallarına yöneldi. Ama bu politika ekonominin dışa bağımlılığını ve dış ticaret açığının büyümesini engelleyemedi. Bunun başta gelen nedeni büyük boyutlara ulaşan yatırımlar için ülke dışından gerekli makinelerin getirilmesiydi. Ayrıca geleneksel tarım ürünlerinden oluşan dışsatım Türkiye'nin gereksindiği dövizi sağlamaktan uzaktı. Gerçekleştirilen sanayileşmenin yakıt olarak petrole dayanması hem dışa bağımlılığı, hem de dış ticaret açığını büyüten bir başka etmendi.
1962-80 arasında izlenen bu ekonomi politikasının sürdürülmesi önemli miktarda dış kaynak gerektiriyordu. Kısa ve uzun dönemli borçlanmalar, dış yardım ve ülke dışındaki işçilerin gönderdikleri dövizler 1976 sonlarına kadar ekonominin olağan işleyişini sağladı. Ama 1968'den başlayarak Uluslararası Para Fonu'ndan Türk parasının değerinin düşürülmesi ve dış ticarette korumacı politikadan vazgeçilmesi yönünde öneriler gelmeye ve baskılar uygulanmaya başlandı. 1970'te bu öneriler doğrultusunda Türk Lirası'nın değeri ABD Dolan karşısında yüzde 60 oranında düşürüldü. Dış ticarette daha serbest bir ortam yaratıldı. Ne var ki, bu önlemlerin umulan sonuçları verebilmesi 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin ardından grev ve toplusözleşmelerin askıya alınmasıyla sağlanabildi. Bu önlemler dış kredilerin artırılmasını ve dış ticarette yaşanan tıkanıklıkların bir süre için aşılmasını getirdi.
Petrol fiyatlarındaki ani yükselmenin 1974'te dünyayı sürüklediği ekonomik bunalım Türkiye ekonomisini de olumsuz yönde etkilemişti. Türkiye'nin o yıllarda içine sürüklendiği siyasal bunalım ve üst üste gelen seçimlerin yarattığı seçim ekonomisi ortamı, hükümetlerin bunalıma karşı önlem almak yerine, bunalımın ülke ekonomisine yansımasını ertelemek yönünde hareket etmesine neden oldu. Dünya piyasalarında petrol fiyatı üç katına çıkarken Türkiye'de petrol ve petrol ürünlerinin fiyatları devletçe desteklenerek hemen hemen aynı düzeyde tutuldu. Gerekli kaynaklar maliyeti yüksek dış borçlanmayla sağlanmaya çalışıldı. Ne var ki, bunalıma çözüm aramak yerine erteleyerek yaratılan bu yapay refah ortamı 1977'de büyük bir ekonomik bunalımın patlak vermesine yol açtı.
1977'de dışsatım önemli ölçüde gerilerken dışalımda büyük bir artış oldu. Dış ticaret açığı o yıla kadar yaşanılan en yüksek düzeye ulaştı. Daha önce uygulanan yanlış dış borçlanma ve kredi alma politikaları tüm dış kaynakların tıkanmasına yol açtı. Böylece yemeklik yağdan, petrole kadar birçok temel gereksinim mallarında kıtlık ve yokluk başladı. Bunalımdan çıkmak için Uluslararası Para Fonu gibi kuruluşların önerilerinin bir bölümü uygulanmaya başlandı. Öte yandan ekonominin içine düştüğü karmaşadan fiyat denetimleri ve polisiye önlemlerle çıkılmaya çalışılıyordu. 1977 ve 1978'de Türk parasının değeri üst üste düşürüldüyse de umulan sonuç sağlanamadı. Daha da kötüsü ekonomi hızlı bir enflasyona sürüklendi. Bunalımdan en çok kent ve köydeki geniş emekçi kitleleri etkilendi, Fiyat denetimleri temel tüketim mallarındaki büyük fiyat artışlarını durdurama- maktaydı. Sendikalarda örgütlü işçiler yüksek enflasyon karşısında sendikal mücadeleyle ücretlerindeki düşüşü engelleyip var olan gelir düzeylerini koruyabilmeye çalışıyorlardı. Böylece grevlerin yaygınlaştığı bir döneme girildi.
Dönemin hükümeti ekonominin içine girdiği ve günden güne derinleşen bu bunalımdan 24 Ocak 1980'de açıklanan önlemler paketiyle çıkma yoluna gitti. 24 Ocak Kararları olarak adlandırılan bu önlem paketi Türkiye'nin daha sonraki toplumsal, siyasal ve ekonomik yaşamını belirlemiştir.
24 Ocak Kararları'nın temel öğeleri Türk parasının yabancı paralar karşısındaki değerinin günlük kurlarla serbestçe belirlenmesi; dışalımda uygulanan sınırlamaların kaldırılması; işçilerin ve öbür emekçi kesimlerin ücretleri ile tarımsal ürünlerin taban fiyatlarındaki artışların sınırlanmasıydı. Ayrıca dolaşımdaki para denetlenerek yurtiçi talep düşürülecek, ucuz kredi, vergi iadesi gibi çeşitli kolaylıklar sağlanarak dışsatıma öncelik verilecekti. Kamu İktisadi Teşebbüsleri'nce üretilen malların fiyatlarının yükseltilmesi ve bu kuruluşlardan bazılarının özelleştirilmesi de öngörülüyordu.
Uluslararası Para Fonu'nun yönlendirmesiyle gerçekleştirilen 24 Ocak Kararları'nın yeni dış kaynaklar yaratması umuluyordu. Ayrıca bu kararlarla korumacılığa dayanan ve dış pazarlarda etkin olmayan bir sanayi yerine, dünya fiyatlarıyla rekabete girebilecek ve giderek korumaya gerek duymayacak bir üretim yapısı hedefleniyordu.
Ekonomik bunalımın temel öğelerinden biri olan dış ticaret açığını gidermeyi amaçlayan 24 Ocak Kararları dışsatımın artırılmasına çok önem vermekteydi. Bu doğrultuda bir dizi ekonomik önlemin ve dışsatımı özendirici uygulamaların yanı sıra dışa açık, dışsatıma yönelik yeni bir sanayileşmeye de gidilmek isteniyordu. Ücretlerin düzeyi bu yeni sanayileşme açısından önem taşımaktaydı. Sermaye çevreleri Türkiye'nin yüksek ücretlerle dış pazarlarda rekabet edemeyeceğini öne sürmekteydi. Ayrıca sağlanacak düşük ücret düzeyi ülkeye çekilmek istenen yabancı sermayenin gözünde Türkiye'yi daha çekici kılacaktı.
1980 Sonrası. 12 Eylül 1980'de gerçekleştirilen askeri müdahale grev, toplusözleşme ve sendikal etkinlikleri yasaklarken, temel hak ve özgürlükleri de sınırladı. Bu ortam 24 Ocak Kararları'nın uygulanmasını kolaylaştırdı. Enflasyonda büyük bir düşüş sağlandı. Dışsatım hızlı bir biçimde arttı. Ama dışalımın serbest bırakılması dış ticaret açığının sürekli büyümesine yol açtı. Ekonomik büyüme önemli ölçüde dış kaynaklara dayandırıldığı için dış borçlarda büyük artışlar oldu. Enflasyon 1985'ten sonra yeniden hızla tırmanmaya başladı. 1986'dan sonra üst üste gelen seçimlerde uygulanan seçim ekonomileri enflasyonun yükselmesinde ve süreklilik kazanmasında önemli bir etmendi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder