PSİKİYATRİ.
Tıbbın uzmanlık dallarından biri olan psikiyatri, ruhsal bozuklukların incelenmesini
ve tedavisini konu alır. Ruhsal bozukluk teriminin kapsamı çok geniştir; bir
uçta çok hafif ve geçici rahatsızlıklardan öbür uçta çok ağır ve uzun süreli
hastalıklara kadar uzanır. En ağır ruhsal bozukluklar, psikiyatri alanında
uzmanlaşmış doktorların, yani psikiyatrların ya da halk arasındaki yaygın
adıyla "ruh doktorlarının psikoz olarak
tanımladıkları kişilik bozukluklarıdır. Psikozların, farklı belirtilerle
ortaya çıkan pek çok türü vardır; ama yapılan araştırmalar, incelenen her toplumun
oldukça küçük bir yüzdesinde psikozlara rastlandığını ortaya koymuştur.
Psikiyatrlara göre üç ayrı tipte psikoz vardır.
Birinci gruptakiler, tıpkı vücudu etkileyen hastalıklar gibi fiziksel
nedenlerden ileri gelir. Beyindeki organik bir bozukluktan kaynaklandığını
belirtmek üzere "organik psikozlar" adı altında toplanan bu
hastalıkların iyileşme şansı, psikiyatrın, hastalığın temelinde yatan fiziksel
bozukluğu saptayıp tedavi edebilme yeteneğine bağlıdır.
Öbür iki gruptaki psikozların ise böylesine somut ya da
henüz saptanabilmiş bir nedeni yoktur. Psikiyatrlar bu iki grubu ayırt edebilmek
için hastalık belirtilerinin özelliklerini göz önüne alır ve temel zihinsel
süreçlerden hangisinin, düşüncelerin mi yoksa duyguların mı daha çok
etkilendiğini saptamaya çalışırlar. Düşünce bozukluklarıyla ortaya çıkan
psikozların en uç örneği şizofrenidir. Duygu bozukluklarının daha ağır bastığı
psikozlara ise duygulanım bozuklukları denir.
Bazen bu iki gruptaki psikozlardan hangisinin söz
konusu olduğunu saptamak oldukça güçtür; çünkü hastalık çoğu zaman hem duyguları,
hem düşünceleri aynı yoğunlukta etkiler. Psikiyatrlar, sağlıklı bir tanı
koyabilmek için, bu iki psikoz grubundaki hastalık belirtilerinin nasıl ve
hangi koşullar altında başladığını büyük bir titizlikle araştırdılar. Sonunda
düşünce bozukluklarının, özellikle şizofreninin hemen her zaman ergenlik
çağının bitimine doğru ya da yetişkinlik döneminin ilk yıllarında ortaya
çıktığını saptadılar. Hastalığın başlangıcında kişi, çoğu zaman saplantıya
dönüşerek kendisini rahatsız eden kuruntulara (yanlış ya da temelsiz
düşüncelere) kapılır.
Ayrıca, olmadık sesler
işitmek ya da hayaller görmek biçiminde ortaya çıkan sanrılar (halüsinasyonlar)
ve öbür duyu yanılsamaları başlar. Bu düşünce ve algılama bozuklukları bazen
bütün zihinsel süreçlerin işleyişini altüst edecek ve kişide panik yaratacak
kadar güçlüdür. Hasta, yani şizofren, bir noktadan sonra artık neyin gerçek,
neyin gerçekdışı olduğunu ayırt edemez. Yaşadığı olayları ve karşılaştığı
davranışları yanlış anlayıp yanlış yorumlar; insanlarla ve dış dünyayla
ilişkileri bozulduğu için giderek içine kapanır. Psikiyatrlar bu durumu
"gerçekle bağlantının kopması" olarak tanımlamışlardır.
Duygulanım
bozuklukları genellikle daha ileri yaşlarda başlar. Bu tip hastalıklarda kişi
ya derin bir ruhsal çöküntü içindedir ya da kendisini çok değersiz hissettiği,
hatta intiharı düşündüğü çökkünlük (depresyon) durumu ile kendisini her şeyden
önemli gördüğü taşkınlık (mani) durumu arasında gidip gelir. Bu yüzden
psikiyatride bu hastalığın adı manik depresif ya da manyakodepresif psikozdur
(taşkınlık çökkünlük psikozu).
Duygulanım
bozukluğu olan hastalar tedaviyle normal kişiliklerine yeniden kavuşabilirler.
Oysa düşünce bozukluğu olan hastaların, özellikle şizofrenlerin çoğu tedaviden
sonra bile hastalığın bazı izlerini taşırlar ve tümüyle eski kişiliklerine
dönmeleri pek olağan değildir.
Günümüzde,
düşünce ve duygu bozukluklarının en yıkıcı belirtilerini denetim altına almaya
yardımcı olabilecek çeşitli ilaçlar vardır. Ne var ki, hiçbir ilaç bu
hastalıklara köklü bir çare olacak kadar etkili değildir ve ruh sağlığının en
ciddi sorunu olan psikozların gerçek nedenlerini belirleyip tedavi olanaklarını
bulabilmek için araştırmaların sürdürülmesi gereklidir.
Psikiyatrlar,
bunların dışında kalan ve daha hafif belirtiler gösteren pek çok ruhsal bozukluk
tanımlamışlardır. Kuşkusuz düşünce ve duygu süreçlerinin işleyişini bozan, ama
psikozlar kadar ağır ve yıkıcı olmayan bu hastalıklar nevroz adı altında toplanır. Nevrozların en belirgin
özelliği, kişinin kendi düşünce ve duygularında bir bozukluk olduğunu fark edip
hastalığının bilincine varabilmesidir. (Oysa psikozlu hastalar bütün gerçekler
gibi kendilerindeki değişiklikleri de yadsır ve hasta olduklarını kabul
etmezler.) Nevrozlu hastaların tedavisinde, kişinin kendisini rahatsız eden
sorunları anlayıp bunların üstesinden gelmesine yardımcı olan psikoterapi
yoluyla genellikle çok olumlu sonuçlar alınabilmektedir. Psikoterapinin pek
çok yöntemi vardır; ama hepsinin ortak yanı psikiyatrla konuşarak sorunun
temeline inmeye, ruhsal çatışmanın nasıl ve neden kaynaklandığını saptayarak
belirtileriyle nasıl başa çıkılabileceğini araştırmaya dayanır.
Psikiyatrlar henüz bütün ruh hastalıklarının
nedenlerini tam olarak belirleyemedikleri için, uygulanacak en iyi tedavi
yöntemleri konusunda da tam bir uzlaşmaya varabilmiş değillerdir. Bu nedenle
günümüzde, ruh hastalıklarının kökenine ve tedavisine değişik açılardan
yaklaşan dört temel psikiyatri okulu vardır.
Biyolojik psikiyatri, ruhsal bozukluklardan çoğunun beyindeki işleyiş
bozukluklarından kaynaklandığını savunur. Dolayısıyla bu görüşü benimseyen
psikiyatrların araştırmaları beynin yapısını ve işleyişini daha iyi anlamaya
yöneliktir.
Davranışçı psikiyatri,
insan davranışlarından çoğunun sonradan öğrenildiğini vurgulayarak, ruhsal
bozuklukların da büyük ölçüde öğrenilmiş davranışlar olduğunu öne sürer. Bu
okula bağlı psikiyatrlar her şeyden önce hastalığın dışavurumu olan belirtilere
önem verir, bir belirtinin altında gizli nedenler aramazlar. Araştırmalarının
odak noktası, bu olağandışı davranışın nasıl öğrenildiğini ve psikoterapi
yoluyla nasıl değiştirileceğini saptamaktır.
Psikodinamik psikiyatriye
göre, ruhsal bozuklukların çoğu zihindeki bilinçdışı süreçlerin sonucudur.
İstekler, korkular ve gereksinimler, kişinin düşünceleri, duyguları ve davranışları
üzerinde ters ya da olumsuz etki yaratan ruhsal çatışmalara yol açabilir. Kişinin
bilinci dışında gelişen bu çatışmalar, bilinçaltının derinlemesine
araştırılmasıyla ortaya çıkarılabilir. Bunun yolu da kişiyi özgürce konuşma
akışı içinde bütün düşlerini, yarattığı fantezileri, hatta aklına gelen her
şeyi anlatmaya yüreklendirmektir. Buna psikiyatride "özgür çağrışım"
yöntemi denir. Psikodinamik psikiyatri araştırmalarının temel amacı, zihnin
derinliklerini ve bilinçaltını elden geldiğince anlamaya çalışmak, özellikle
çocukluk çağında bu iç çatışmaların ve gerginliklerin nasıl geliştiğini
belirleyebilmektedir.
Toplumsal psikiyatri
okulu ise, ruhsal bozuklukların çözümlenmesinde kişinin yaşam deneyimlerini ya
da beyinsel işlevlerini değil, yaşadığı toplumsal koşulları, yani yetiştiği
çevreyi, toplumsal sınıfı ve çevresinden gelen baskı ya da zorlamaları
araştırmak gerektiğine inanır. Bu psikiyatri araştırmalarının hedefi hastanın
kendisi değil toplumsal çevresidir.
Ruhsal bozukluklar, yukarıda tanımlanan bu dört grup
öğenin bileşkesi olabilir; başka bir deyişle, beyindeki organik bir bozukluk,
öğrenilmiş davranışlar, iç çatışmalar ve toplumsal baskılar belki de hastalığın
gelişmesinden aynı derecede sorumludur. Ruhsal bozuklukların nedenleri ve
etkili tedavi yöntemleri konusunda bilim adamlarının henüz uzlaşmaya
varamamış olmaları, psikiyatrinin bu hastalara yardımcı olmakta çaresiz kaldığı
anlamına gelmez. Çağımızda hiçbir ruh hastasının durumu umutsuz değildir ve
çeşitli psikoterapi yöntemleriyle günden güne daha umut verici sonuçlar
alınabilmektedir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder