2 Şubat 2011 Çarşamba

RUH HASTALIKLARI,Ruh Hastalıklarının Tarihçesi,Ruh Hastalıklarının Sınıflandırılması,Ruh Hastalıklarının Tedavi Yöntemleri


RUH HASTALIKLARI. İnsan sağlığını tehdit eden sayısız iç ve dış etken vardır. Bunlardan bazıları çeşitli organların işleyişini ya da vücudun genel uyum ve dengesini bozar; bazıları da kişinin akıl ve ruh sağlığını tehlike­ye atar. Birinci gruptaki hastalıklara bedensel ya da fiziksel hastalıklar, ikinci gruptakilere ise ruhsal yapı ve davranış bozukluklarıyla ortaya çıktıkları için "ruh hastalıkları" ya da zihinsel süreçlerde çeşitli bozukluklara yol açtıkları için "akıl hastalıkları" denir.
Vücudu etkileyen hastalıklarda çoğu kez yüksek ateş, ağrı, hatta deri döküntüleri gibi fiziksel belirtiler söz konusudur. Örneğin kızamıklı bir hastanın derisinde, gözle görü­len ve hastalığın tanısını kolaylaştıran küçük kırmızı lekeler belirir. Oysa ruh hastalıkların­da genellikle hiçbir fiziksel belirti yoktur ve hastanın dış görünümü çoğu zaman normal­dir. Başka bir deyişle, ruhsal yapıdaki deği­şiklik yalnızca davranışlara yansır ve hastalı­ğın dışa vuran tek belirtisi budur. Ne var ki, günlük yaşamda karşılaşılan davranışların ki­şiden kişiye ve koşullara göre değişmesi, yalnızca davranışlara bakarak ruh hastalıkla­rına tanı koymayı iyice güçleştirir. Hangi davranışın olağan, hangisinin hastalık belirtisi olduğunu saptamak ve "normal" ile "anor­mal" arasında kesin bir sınır çizmek çok güçtür.
Ruh Hastalıklarının Tarihçesi
Ruh hastalıklarının geçmişi de büyük olasılık­la fiziksel hastalıkların başlangıcı kadar eskiye uzanır. Ama eskiçağlarda insanlar ruh hasta­lıklarının nasıl geliştiğini anlayamamışlar ve "deli" dedikleri bu hastaların içine kötü ruh­ların girdiğine inanmışlardı. Ortaçağda akıl hastaları genellikle yoksullar ve zekâ özürlü­lerle birlikte düşkünlerevine ya da kimsesizler yurduna kapatılır, karanlık ve pis mahzenler­de sürekli kilit altında tutulur, hatta yaban hayvanları gibi zincire vurulurdu.
Sonraları "deliliğin" de bütün öbür hasta­lıklar gibi anlaşılır nedenleri olan, tanı konu­lup tedavi edilebilecek bir hastalık olduğu
anlaşıldı. 19. yüzyılın ortalarında da ruh hastalıklarının incelenmesini, tanısını ve teda­visini konu alan psikiyatri tıbbın içinde ayrı bir uzmanlık dalı olarak gelişti. Bu yeni araştırma alanının en tanınmış öncülerinden biri Sigmund Freud'dur
Ruh Hastalıklarının Sınıflandırılması
Psikiyatrlar genellikle bütün ruh hastalıklarını iki temel grupta toplarlar: Nevrozlar ve psi­kozlar.
Bu iki grup arasındaki en önemli fark, nevrozlarda akıl yürütme ve mantık süreçleri­nin etkilenmemiş olmasıdır. Hastada duygu ve davranış bozuklukları görülmekle birlikte, bilinci gerçekle bağlarını koparmadığı için hasta kendisi de bu değişikliklerin farkında­dır. Bu yüzden nevrozlular çoğu zaman "has­ta olduğumu ve garip şeyler yaptığımı biliyo­rum, ama elimden bir şey gelmiyor" derler. Buna karşılık psikozlarda bilinçli düşünce tümüyle altüst olmuştur. Hastalar kafalarında yarattıkları düş dünyası ile gerçekleri birbirin­den ayıramadıkları için hastalıklarının da farkında olamazlar.
Psikozlar genel olarak nevrozlardan daha ağır ve ciddi hastalıklardır. Örneğin, en ağır ruh hastalıklarından biri sayılan şizofreni psi­koz grubundandır. Bu hastalıkta kişinin dış dünyayla bütün ilişkisi kopmuştur. Bu yüzden şizofrenler çevrelerinde olup bitenlerle hiç ilgilenmez, olaylara normal tepki göstermez, kimseyle konuşmaz ve genellikle kendi içleri­ne kapanarak gerçek ile düşsel olanın birbiri­ne karıştığı yan düş dünyasında yaşarlar.
Tedavi Yöntemleri
Ruh hastalıklarında uygulanan tedavi yön­temleri kabaca iki grupta toplanabilir. Bun­lardan ilki hastayla konuşmak, hatta yalnızca hastanın anlattıklarını dinlemektir. Hastanın kendi sorunları üzerinde düşünmesini, tartış­masını ve böylece sorunun kökenine inmesini amaçlayan bu "konuşma tedavisi"nin ya da psikoterapinin çok değişik yöntemleri vardır. Bunlar içinde en bilineni, Freud'un geliştirdi­ği psikanaliz'd ir. Psikanaliz uygulayan kişi, hastanın zihnini ve ruhunu derinlemesine araştırarak bilinçaltındaki düşünceleri açığa çıkarmaya çalışır. Çoğu kez çocukluk çağının başlangıcına kadar inen bu bastırılmış duygu ve düşüncelerin bilinç düzeyine çıkması soru­nun çözülmesine yardımcı olabilir. Bazı psi­koterapi yöntemleri ise, olağan sayılmayan davranışın nedenlerini bulmaya çalışmaksızın yalnızca hastayı rahatlatmayı ya da davranış­larını değiştirmeyi amaçlar. Psikoterapi, seçi­len tedavi yöntemine ve hastalığın önemine bağlı olarak her gün ya da ayda bir kez uygulanabilir. Psikiyatr hastayla yalnız konuş­mayı ya da eşiyle, hatta ailenin öbür bireyle­riyle birlikte tedaviyi sürdürmeyi seçebilir.
İkinci gruptaki tedavi yöntemleri ilaç kulla­nımına dayanır. Ruhsal çöküntü ve bunaltı gibi hafif nevrozların tedavisinde doktorlar hastalarına yatıştırıcı ve çökkünlük giderici ilaçlar verirler. Aslında bunlar reçeteyle alı­nabilen ve günlük yaşamın yarattığı streslere karşı herkesçe kullanılabilen ilaçlardır. Daha etkili ilaçlar ise genellikle daha ağır hastalık­ların tedavisinde, özellikle de hastanelerde doktorların gözetimi altında kullanılır.
Eskiden, ruhsal bozukluk gösteren hastalar özel hastanelerde ya da koğuşlarda yatırılır, dostlarıyla, aileleriyle, hatta öbür hastalarla görüşmelerine izin verilmezdi. Bu uygulama çoğu zaman hastalığın daha da kötüye gitme­sine yol açıyordu. Oysa günümüzde, eğer olanak varsa, hastaların tedavi süresince bir arada yaşamaları sağlanır. Çünkü, başka in­sanlarla bir arada olmak ve günlük yaşamın sorunlarından uzak kalmamak kilit altında tutulmaktan çok daha yararlıdır.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder