toplumsal örgütlenme biçimidir. Dünyada farklı sosyalizm anlayışları ve uygulamaları vardır. Ama temelde tüm çağdaş sosyalizm anlayışları, kapitalist toplum ve ekonominin örgütlenme biçiminin insanın gerçek refah ve mutluluğunu sağlayamayacağı düşüncesinden yola çıkar {bak. KAPİTALİZM). Sosyalizm, kapitalist toplumda üretim araçları ile toprak üzerinde var olan sınırsız mülkiyet hakkına ve bu sistemin işleyiş biçiminin yarattığı adil olmayan gelir dağılımına karşı, ortak ya da toplumsal mülkiyeti, üretim ve gelir dağılımında toplumun denetimini savunur. Toplumsal denetimin hangi düzeyde gerçekleşeceğine ilişkin farklı düşünceler, farklı sosyalizm anlayışlarını doğurmuştur. Bir sosyalizm anlayışı, üretim araçlarının üzerinde sıkı bir devlet denetimine ya da işletmelerde üretimin en ayrıntılı biçimde planlanmasına yönelebilir. Bir başka anlayış ise, yalnızca büyük kuruluşların (bankalar, büyük enerji tesisleri gibi) kamulaştırılmasını ya da ekonominin gevşek bir planlamayla yönlendirilmesini savunabilir.
Sosyalizmin Gelişimi
Çok eski dönemlerden beri, içinde yaşadıkları toplum düzeninden rahatsızlık duyan birçok kişi, zenginlikleri daha adil bir biçimde paylaştıracak ve insanlar arasında eşitliği sağlayacak toplumsal değişikliklerin gerekli olduğunu savunmuştur. Bunlar genellikle, gelecekte, zengin-yoksul, yöneten-yönetilen ayrımlarının olmadığı ideal bir toplumun nasıl örgütlenmesi gerektiğini ayrıntılı bir biçimde açıklamışlardır. İlkçağlarda, Eski Yunan düşünürü Platon, Devlet adlı yapıtında tüm zenginliklerin paylaşıldığı ideal bir toplum modeli kurmuştur. Sosyalist düşünce tarih boyunca, gerek kitaplarda, gerek yaşamlarını belirledikleri sosyalist ilkelere göre sürdürmeye çalışan deneysel topluluklar içinde var oldu. Sir Thomas More 1516'da yazdığı Utopia adlı yapıtında gene düşsel bir toplumdaki ideal yaşamdan söz ediyordu. Sosyalist düşünceler Fransız Devrimi sırasında da tartışıldı. Ama çağdaş sosyalizm gerçek anlamıyla Sanayi Devrimi'nden sonra, kapitalizmin hızla geliştiği 19. yüzyılda ortaya çıktı. Gelişen kapitalizmin yarattığı işçi Farklıydı. Sanayi gelişimi daha yavaş olan, serflik kurumunun varlığını koruduğu Rusya' da, işçi sınıfı henüz yeterince güçlü değildi. Bu nedenle ilk başlarda sol hareket daha çok köylülere yöneldi. Rusya' da sosyalizmin kapitalizm aşaması atlanarak kurulabileceğini düşünen Narodnikler, kırsal alanlara giderek köylüleri örgütlemeye çalıştılar. Bunlardan bir bölümü köylüleri ayaklandırmayı başaramayınca, devleti zayıflatmak ve reform yapmaya zorlamak amacıyla şiddet eylemlerine yöneldiler ve 1881'de düzenledikleri bir suikast sonunda Çar II. Aleksandr'ı öldürdüler.
sınıfı, çoğalan fabrikalar ve artan üretimle birlikte giderek büyüdü. Yeni kurulan fabrikalarda üretimi gerçekleştiren bu sınıf, kapitalistlerin en fazla kân elde etme ilkesi uğruna, ancak yaşamını sürdürebileceği bir ücret karşılığında, günde 14-16 saat çalıştırıldı. Kırsal bölgelerden kentlere göçle daha da büyüyen bir "işsizler ordusu" ortaya çıktı. İşçilerin ve çalışacak iş bulamayan işsizlerin içinde bulundukları koşullar "insanca yaşamaca olanak vermiyordu. Beslenmeleri çok kötü, sağlık ve eğitim olanakları hemen hiç yoktu. Çoğu oy hakkından yoksundu ve ülke yönetimine herhangi bir biçimde katılamıyorlardı.
19. yüzyılda bu yoksulluğa ve sefalete kapitalist sistemin işleyiş kurallarının neden olduğunu ileri süren bazı düşünürler, toplumun farklı bir biçimde örgütlenmesi gerektiğini savundular. Fransa'da Claude de Saint- Simon ve Charles Fourier, İngiltere'de ise Robert Owen çağdaş sosyalizmin kurucularındandır. Düşünceleri, daha sonra "bilimsel sosyalizm" ya da Marksizm'e kaynaklık etmiştir. Bu düşünürler daha eşitlikçi ve adil olan, insanların kendilerini geliştirerek yeteneklerini en iyi biçimde değerlendireceklerine inandıkları toplum biçimlerini ayrıntılarıyla tasarladılar. Robert Owen, kapitalizmin sınırsız rekabet ortamına karşı çıkan, kooperatifleşmeyi savunan, eğitime önem veren düşünceleriyle; Saint-Simon ve Fourier ise insanca yaşamaya verdikleri değer, planlı bir ekonomik büyüme ve devletin ortadan kalktığı sınıfsız bir toplum yaratma istekleriyle daha sonraki sosyalist düşünürleri etkilediler.
Gene 19. yüzyılın ortalarında, Fransa'da kapitalizmin yerini kooperatiflerin alması gerektiğini savunan Louis-Auguste Blanqui, düşüncelerine "komünizm" adını verdi. Louis Blanc özerk, işçilerin kendi kendilerini yönettikleri ulusal atölyeler kurulmasından yanaydı. Pierre-Joseph Proudhon özel mülkiyete kesinlikle karşı çıkarak, sömürü düzeninin yerini insanca ilişkilerin alacağı bir toplum önerdi.Bütün bu düşünceler sosyalizmin Avrupa' da giderek yaygınlaşmasına yol açtı. 19. yüzyılın ikinci yarısında Kari Marx ve Friedrich Engels sosyalizmi düşünürlerin özlemlerinden bağımsız, tarihsel sürecin bir sonucu olarak değerlendirdiler. Marx, köleci, feodal ve kapitalist olarak adlandırdığı sınıflı toplumların gelişim çizgilerini, bu toplum biçimlerindeki sömürü mekanizmalarını inceledi ve toplumların genel gelişme yasalarını ortaya koydu. Bu yasalar çerçevesinde kapitalizmin içinden doğan işçi sınıfının, sömürü mekanizmasını sona erdirmek için vereceği mücadeleyle kapitalizmi yıkarak komünist bir sistem kurmasının kaçınılmaz olduğunu söyledi.
Marx'a göre kapitalist sistemde iki temel sınıf olan burjuvazi ve işçi sınıfı arasında uzlaşmaz bir çelişki vardır. Bu sistemde üretim araçları mülkiyetine sahip olan burjuvazi ile üretimi sürdüren işçi sınıfı arasındaki bu çelişki, üretim araçları mülkiyetini toplumsallaştıracak ve üretimi planlayarak yürütecek olan işçi sınıfının iktidara gelmesiyle sonuçlanacaktır. İşçi sınıfının iktidarda olduğu belirli bir sürenin sonunda, sınıfların ve devletin yok olduğu komünist toplum kurulacaktır.Kapitalizmin ayrıntılı bir çözümlemesini yapan ve toplumsal gelişmenin yasalarını ortaya koyan Marx ve Engels, kendilerinden önceki sosyalistleri "ütopyacı sosyalistler" olarak nitelediler ve kurdukları düşünce sistemine "bilimsel sosyalizm" adını verdiler.
Avrupa'da ortaya çıkan çeşitli sosyalist akımların içindeki insanlar, 1864'te Londra'da düzenledikleri bir toplantıda Uluslararası Emekçiler Birliği'ni yani I. Enternasyonal'i kurdular. Bu birlik içinde Marksizm önemli bir ağırlığa sahipti. I. Enternasyonal'den sonra sosyalist akımlar tüm Avrupa'da giderek yaygınlaştı ve Avrupa işçi hareketiyle birleşerek önemli bir siyasal güç oldu.
1869'da Marx'ın izleyicileri Almanya Sosyal Demokrat İşçi Partisi'ni (daha sonra Almanya Sosyal Demokrat Partisi) kurdular. 1877'de Almanya'da 500 bin oy alan sosyalistler, parlamentoya temsilcilerini soktular. Ama parti üyeleri arasında, sosyalizmin kurulma yöntemi ve Marx'ın öğretisinin yeniden gözden geçirilmesi konusunda görüş ayrılıkları baş gösterdi.
Fransa'da Marksist bir sosyalist parti olan İşçi Partisi'nin yanı sıra, Blanqui ve Proudhon gibi daha önceki sosyalist düşünürlerin izleyicilerince kurulmuş partiler de vardı. 1905'te bu akımlar tek partide birleşti, ama aralarındaki görüş ayrılıkları sürdü. Hızla güçlenen sosyalistlerin 1914'te parlamentoda 100'den çok üyesi vardı.
İngiltere'de ise Marksizm işçi hareketi içinde fazla güçlenemedi. 1880'lerde Sidney ve Beatrice Webb, George Bernard Shaw gibi gençlerin kurduğu, ılımlı ve evrimci bir sosyalizmi savunan Fabian Derneği çok daha etkili oldu.
Farklı sosyalist akımların varlığına karşın, 19. yüzyılın sonlan İngiltere dışında kalan ülkelerde Marx'ın çizgisini izleyen sosyal demokrat partilerin hızla yayıldığı bir dönem oldu. Danimarka'da 1870'te, Belçika'da 1885'te, Norveç'te 1887'de, Avusturya'da 1888'de, İsveç'te 1889'da, Hollanda'da 1894'te sosyal demokrat ya da işçi partisi adıyla Marksist partiler kuruldu ve siyasal yaşamda önem kazandı. İtalya'da 1892'de kurulan Sosyalist Parti, 1914'te Avrupa'nın en güçlü sosyalist partisi durumundaydı.
I. Enternasyonal'in kurulmasıyla güçlenen sosyalist hareket, her ülkenin farklı toplumsal ve siyasal koşullan nedeniyle tek merkezden yönetilemez duruma geldi ve I. Enternasyonal 1876'da dağıldı. Sosyalist partilerin çoğu kendi ülkelerinde parlamentoya temsilci sokarak ülkenin siyasal yaşamına daha fazla girdikçe, Marx'm devrimci çizgisini yavaş yavaş terk ettiler. Sosyalizmin barışçı ve parlamenter yoldan kurulabileceği düşüncesi ağır basmaya başladı. Bu koşullarda toplanan II. Enternasyonal (1889) birleşik ve aynı amacı güden bir örgüt olmaktan çok, ayn düşünceleri savunan üyelerin bir araya geldiği gevşek bir birlik görünümündeydi. Alman sosyalistlerinin daha etkin olduğu II. Enternasyonal I. Dünya Savaşı öncesinde, savaş karşıtı bildiriler yayımladı, ama savaş başladığında üye partilerin çoğu kendi hükümetlerinin yanında yer aldı. Rusya ise bu gelişmenin dışında kaldı.
Rusya'da 19. yüzyılda koşullar Avrupa'dan
Rusya'da ilk Marksist örgüt, Georgi Pleha- nov'un kurduğu Emeğin Kurtuluşu oldu. Narodnikler'i eleştiren Plehanov, sosyalist hareketin giderek gelişen işçi sınıfına dayanması gerektiğini savundu. Rus Sosyal Demokrat İşçi Partisi 1898'de Minsk'te toplanan
I. Kongre'de kuruldu, ama delegelerin çoğu kongreden sonra tutuklandığı için gerçek bir parti oluşu 1903'te Londra'da gerçekleşti. Bu kongrede, daha sonra Ekim Devri- mi'nin önderi olan Vladimir İlyiç Lenin'in sosyalist devrimi gerçekleştirecek partinin sıkı disiplinli ve merkezi bir yapıda olması gerekliliği düşüncesi parti içinde Bolşevikler (çoğunluk) ve Menşevikler (azınlık) olarak iki grubun doğmasına yol açtı.. Lenin'in önderliğindeki Bolşevikler ile daha kitlesel ve gevşek bir parti örgütünü savunan Menşevikler arasındaki görüş ayrılıkları 1912'de partinin ikiye bölünmesine yol açtı.
1917'de gerçekleştirilen Şubat Devrimi ve ardından Bolşevikler'in önderliğinde yapılan Ekim Devrimi ile Rusya'da dünyanın ilk sosyalist devleti kuruldu.
III. Enternasyonal ve Savaş Sonrası
II. Enternasyonal, I. Dünya Savaşı öncesinde her ülkenin sosyalist partisinin kendi hükümetini desteklemesiyle dağılmıştı. Lenin devrimden sonra, 1919'da, sosyalist partileri bir araya getirmek amacıyla Moskova'da III. Enternasyonal'i (Komintern) topladı. Bu dönemde Avrupa'da yaşanan olaylar Rusya dışındaki ülkelerde de devrimlerin gündeme gelebileceğini gösteriyordu. III. Enternasyonali katılan ve Moskova'nın çizgisini izleyen partilerin bir bölümü, Rus Komünist Partisi' nin (Bolşevikler) ardından komünist parti adını benimsedi. Genelde Rus Komünist Par- tisi'nin önderliğini kabul eden bu partiler, SSCB'yi de dünya devriminin merkezi olarak gördüler. Oysa 1920'lerin ortalarına doğru Avrupa'da olaylar durulmuştu. Bazı sosyalist partiler SSCB'nin çizgisine karşı çıkarak Enternasyonalden ayrıldı. Sosyalistler komünistleri diktatörlükle ve demokrasi geleneğini yıkmakla suçlarken, komünistler de sosyalistleri I. Dünya Savaşı'ndan bu yana kapitalizmin hizmetinde olmakla suçladılar. Böylece Avrupa'da sosyalist hareket ikiye bölündü.
II. Dünya Savaşı sırasında sosyalistler ve komünistler birbirleriyle dayanışma içine girdilerse de, savaşı izleyen dönemde bu ayrışma daha da belirginleşti. Savaş sonunda Doğu Avrupa ülkelerinde SSCB denetiminde ve genellikle komünist partilerin yönetimde olduğu "halk cumhuriyetleri" kuruldu. Bu ülkelerdeki partiler Sovyetler Birliği Komünist Partisi'nin önderliğini kabul etti. Batı Avrupa ülkeleri ise NATO'nun kuruluşuyla AB D'nin etki alanına girdi. Dünya üzerindeki ABD-SSCB kamplaşmasıyla birlikte sosyalist-komünist bölünmesi de kesinlik kazandı.
Bu arada Çin'de II. Dünya Savaşı'nı izleyen iç savaş sonucunda Mao Çe-Tung önderliğinde gerçekleşen halk devrimi, dünya sosyalist hareketi bakımından bir başka dönüm noktası oldu.Gerek 1917 Ekim Devrimi, gerek 1949 Çin Devrimi, ilk Marksistler'in sosyalist devrimin önce sanayileşmiş ülkelerde ortaya çıkacağı düşünceleriyle bağdaşmıyordu. Ayrıca, 1950'lerden sonra batılı ülkelerin sömürgeleri olan azgelişmiş ülkelerde görülen ulusal bağımsızlık savaşlarının bazıları sosyalist eğilimli aydınlarca yönetiliyordu. Bu önderlerin "sosyalizm" olarak adlandırdıkları düşünce ve uygulamalar Avrupa'da gelişen sosyalizm anlayışından oldukça farklıydı. Bunların çoğu, Doğu Avrupa ülkelerinde hızlı sanayileşmeyi sağlayan, devlet denetiminde ve merkezi planlamaya dayalı ekonomik gelişmeyi örnek aldı.larında yaklaşık 42 milyon ABD'li (her altı kişiden biri) federal yardım programlarından yararlanıyordu. Ne var ki, 1988'de Sayım Bürosu'nca yapılan bir araştırmaya göre nüfusun yüzde 13,1'i (31,9 milyon) yoksulluk düzeyindeydi ve bunların 12 milyonu 17 yaşın altındaydı. Eskiden ulusal gelirin yüzde 8,2'sini kapsayan sosyal yardım harcamaları 1986'da yüzde 18,4'ü bulduysa da, bu oran sanayileşmiş Avrupa ülkelerinin bu konudaki harcamalarının altındadır. 1980'lerde ABD' de hükümetin sosyal yardımları azaltma çabası büyük bir tepkiyle karşılaştı.
Böylece bu ülkelerde "sosyalizm", bazen tek partili bir yönetimin uyguladığı sanayileşme politikalarına dönüştü.
Avrupa!da ise 1950'lerden sonra sosyalist partiler kapitalist sistem içinde çözüm arayarak, devletin ekonomiye, daha çok yön gösterici yumuşak bir planlamayla müdahale etmesi görüşünü benimsedi. Bu partiler, demokratikleşmeye ağırlık vererek, zaman zaman sosyalist olmayan partilerle yönetimi paylaşan kitle örgütleri durumuna geldi. Avrupa'daki komünist partiler de yavaş yavaş SSCB'nin uyguladığı siyasetten bağımsızlaştı, içinde bulunduktan ülkenin koşullarında demokratik yoldan iktidara gelmeyi hedefleyerek devletleştirme ve dış politika konularında daha ılımlı bir yol izledi.
1985'te SSCB'de Mihail Gorbaçov'un yönetime gelmesiyle dünya sosyalizmi farklı bir döneme girdi. Siyasette demokratikleşmeyi ve açıklığı, ekonomide merkezi planlamadan piyasa ekonomisine geçişi öneren Gorbaçov, uluslararası düzeyde de Doğu Avrupa ülkeleri üzerinden SSCB denetimini kaldırdı. Bunu izleyen dönemde bazı Doğu Avrupa ülkelerindeki komünist parti yönetimleri iktidardan uzaklaştı. Komünist partiler adlarını sosyalist ya da sosyal demokrat olarak değiştirdi. Yapılan çok partili seçimlerde başka partilerle koalisyonlar kuran eski komünist partiler, kendi içlerinde de daha demokratik işleyiş mekanizmalarına yöneldi. Bu gelişmeler, dünyada sosyalizm- komünizm farklılaşmasını bir ölçüde giderirken, sosyalizm üzerine yeni tartışmaları başlattı,
SOSYAL YARDIM HİZMETLERİ, kamu kuruluşlarının ya da özel kuruluşların yardıma gereksinimi olan yoksullara, işsizlere, hasta ve özürlülere ya da yaşlılara sağladığı hizmetlerdir. Bu gibi hizmetler birçok ülkede 20. yüzyılda gelişmiştir.
Ortaçağ Avrupa'sında, yoksullara yardım edebilecek başlıca kuruluş kiliseydi. Kilise daha çok manastırlar kanalıyla, özellikle eğitim, yoksulların ve hastaların bakımı gibi, bugün sosyal yardım adını verdiğimiz hizmetlerin çoğunu sağlıyordu. Loncalar da bu konuda hizmet verirdi.
Bu sistem bazı Avrupa ülkelerinde ve İngiltere'de 16. yüzyılda etkisini yitirdi. 1601'de, Kraliçe I. Elizabeth döneminde İngiliz Parlamentosu, Yoksullara Yardım Yasası'nı çıkardı. Bu yasanın amacı yaşlılara, yetimlere, işsizlere yardımda bulunmaktı. Ne var ki, insanların yoksulluklarından kendilerinin sorumlu olduğunun düşünüldüğü bu dönemde yardımlar gönülsüzce yapılır ve yetkililer yoksullara kötü davranırdı. Ayrıca yaşayabilmek için para yardımı almak da utanılacak bir şey sayılırdı. Sosyal yardım hizmetleri ancak 19. yüzyılın sonlarında, o da ancak sayılı bazı ülkelerde yaygınlaştı.
18. yüzyılda birey haklan önem kazanmaya başlamıştı. İngiltere'de Sanayi Devrimi'nin yol açtığı kötü yaşam koşullan yüzünden insanlar sosyal reformların geciktirilmeden uygulanması gerektiği düşüncesindeydi. Elizabeth Fry (1780-1845) ve Lord Shaftesbury (1801-85) başta olmak üzere, İngiltere'de sağlık sisteminin geliştirilmesi, hapishanelerin yaşanır duruma getirilmesi, kimsesiz çocuklann eğitilmesi gibi konularla ilgilenen birçok önemli sosyal reformcu vardı. Başanlı bir işadamı olan Charles Booth (1840-1916) aynı zamanda toplumsal sorunlara da ilgi duyuyordu. İnsanlann nasıl yaşadığını, beklentilerinin neler olduğunu ve bunla- nn nasıl karşılanabileceğini anlamak amacıyla yaptığı araştırma şaşırtıcı bazı olgulan ortaya çıkardı. Life and Labour of the People in London (1889-91, 1892-97, 1902, 17 cilt; "Londra'da Halkın Yaşamı ve Çalışması") adlı bu büyük araştırmayı yaparken kendi gözlemlerinin yanı sıra bölgedeki din adamla- nnın, okullann ve hayır kuruluşlannın belgelerinden yararlandı. Booth'un araştırmasına göre, Londra'da yaşayan ailelerin yüzde 30'undan çoğu umutsuz bir yoksulluk içindeydi. Yoksulluklarının nedeni ise suç işleme, içki ya da tembellik değildi, yani o günlerde birçok insanın düşündüğü gibi yoksulluklarına kendileri neden olmamışlardı. Çalışacak iş bulamamak, kocanın ya da ailenin geçimini sağlayan kişinin ölmesi, iflas, yaşlılık ve hastalık yüzünden yoksul düşmüşlerdi. Booth'un araştırması, o sırada koşullan iyileştirmek
amacıyla yeni yeni kurulmaya başlayan çeşitli sosyal yardım örgütlerinin gereksindiği bilgilerin çoğunu sağladı.
Yoksullar da birbirlerine yardım için kurdukları bazı dernekler ve kurumlarda bir araya geldiler. Bu tür kuruluşlardan biri sendikalardı. Asıl amaçları daha iyi ücret ve çalışma koşulları sağlamak olsa da, sendikalar üyelerine çeşitli sosyal yardımlarda bulundular.
Londra'da olduğu gibi, ABD'de Boston ve New York'ta da özel yardım girişimlerini örgütlemek için çaba gösterildi. Hızla gelişen bu kurumların yararlı işlevlerinden biri de sosyal yardım ve hizmet alanında çalışmak isteyen gönüllüleri eğitmek oldu. Bu çabaların doğrudan sonucu olarak ilk sosyal hizmet okulları kuruldu. Sosyal hizmette bulunmak, sosyal koşulları düzeltmeye ve kötü durumdakilerin yararına bazı sosyal değişiklikler getirmeye yönelik bir meslek ortaya çıktı. Yavaş yavaş dünyanın çeşitli ülkelerinde devlet kuruluşları bu gibi hizmetlerin sorumluluğunu üstlendi.
Günümüzde sosyal hizmet alanında çalışan ve belli bir konuda yardım için gerekli beceri ve anlayışa sahip kimseye sosyal hizmet ya da sosyal çalışma uzmanı denir. Bazı acil durumlarda gönüllülerden de yardım istenebilir.
Sosyal hizmetler 20. yüzyılda yaygınlaştı. Yüzyılın başlarında İngiltere'de hükümet bir sağlık sigortası programını yürürlüğe koymanın yanı sıra, yaşlılar için emeklilik, işsizler için sigorta ödeneği ve bunun gibi bazı yardımlar sağladı. I. Dünya Savaşı'ndan sonra dünya çapındaki Büyük Dünya Bunalımı yeni sorunlar doğurdu; milyonlarca insan birdenbire işsiz kalmıştı. II. Dünya Savaşı sırasında yeni bir sosyal hizmet programı yürürlüğe kondu. Buna göre çocukların giderlerini karşılamaya yönelik aile yardımı, herkesi kapsayan ulusal sigorta programı, eski ve artık işlevini yitirmiş Yoksullara Yardım Yasası'nın yerine bir ulusal yardım programı ve çocuklar için yeni bir parasız eğitim sistemi geliştirildi.
Almanya'da 1880'lerde Bismarck döneminde devlet fonundan karşılanan bazı sosyal yardım hizmetleri başlatıldı. Başka bir öncü ülke de, 1890'larda yaşlılara emekli maaşı bağlanmasını öngören çeşitli yasalar çıkaran Yeni Zelanda'dır. 1930'larda Yeni Zelanda'da hastalara, işsizlere, iş kazasına uğrayanlara ve yaşlılara yardım için kapsamlı bir sosyal güvenlik sistemi geliştirildi ve hemen hemen parasız bir ulusal sağlık hizmeti sağlandı.
ABD'de devlet fonundan sağlanan sosyal yardım ve hizmetler, İngiltere, Avrupa ve Yeni Zelanda'dan biraz daha geç başlatıldı. 1930'larda, Büyük Dünya Bunalımı döneminde Başkan Franklin D. Roosevelt, 13 milyon işsiz ve 5 milyon yoksul aileye yardım için "Yeni Düzen" adını verdiği ekonomik ve toplumsal reform programını başlattı. Roosevelt, özel sektörün iş sağlayamadığı durumlarda hükümetin ülke ekonomisine karışması gerektiğine inanıyordu. 1935 Sosyal Güvenlik Yasası, işsiz kalan işçilere yardım etmek ve 65 yaşından sonra emekliye ayrılan işçilere emeklilik aylığı bağlayabilmek için fon sağlamak amacıyla çıkarıldı.
Bugün ABD'de sosyal yardım ve hizmetlerin kapsamı genişletilerek aşırı yoksulluk içinde yaşayan ailelere acil yardım, özürlülere ve ailelerine yardım, konut yardımı, yaşlılar için sağlık sigortası, yiyecek kuponları, okullarda öğle yemeği, vergi bağışıklığı, çocuklar için gündüz bakımı ve bakıcı aile olanakları, uyuşturucu ve alkol bağımlılarının tedavisi gibi hizmetler sağlanmaktadır. 1980'lerin baş
Günümüzde Hollanda, Fransa, Almanya ve İskandinav ülkelerinde bu konuda önemli kazanımlar sağlanmıştır.
Genel olarak bütün sosyalist ülkelerde sosyal yardım hizmetlerinin yürütülmesi hükümetin sorumluluğundadır. Başta parasız sağlık hizmetleri ve her düzeyde parasız eğitim olmak üzere her türlü sosyal güvenceyi sağlamak devletin görevidir.
1920'lerin başında, dünyada sağlık hizmetlerini parasız olarak sağlayan ilk ülke SSCB olmuştur. Bugün SSCB'de tüm yurttaşlar, yaşlılık, hastalık, iş görmezlik ya da evin geçimini sağlayan kişinin yitirilmesi durumlarında sosyal güvenlikten yararlanırlar. Sosyal sigorta tüm çalışanların ve ailelerinin sağlık harcamalarını, doğum sonrası izinli oldukları sürece ücretlerini ve iş değiştiren kişilerin yeni iş bulununcaya kadar geçimini sağlayacak ödemeleri karşılar. Sosyalist ülkelerde çalışma hem bir hak, hem de görev olarak kabul edildiğinden işsizlik günümüze kadar önemli bir sorun olmamıştır. Bu nedenle işsizlik ödenekleri sosyal güvenlik sistemi içinde önemli bir yer tutmaz.
Okulöncesi çocukların bakım ve eğitimi de sosyal güvenlik kapsamındadır. Ayrıca tüm okullarda eğitim parasızdır. Bekâr yaşlı kadın ve erkeklerin bakımı ve sağlık hizmetleri de sosyal güvenlik kapsamındadır. Bu kişiler devlete ait bakımevlerinde parasız bakılırlar.
SSCB'de sosyal güvenlik ve yardım hizmetleri için gereken harcamalar sosyal tüketim fonundan karşılanır. Bu fon SSCB'de kiraların düşük tutulmasını da sağlamakta, fondan sağlanan yardımla kiralar üçte iki oranında düşürülmektedir.
Sosyal hizmetlerin görece sınırlı olduğu Angola, Mozambik, Gana gibi bazı Afrika ülkelerinde 1980'lerde yasal düzenlemeler yapılarak, aşamalı bir sosyal güvenlik sistemi kuruldu. Honduras, Venezuela gibi Orta ve Güney Amerika ülkelerinde de yeni yasalarla sosyal yardım ve hizmetlerin kapsamı genişletildi.
Türkler'de Sosyal Yardım Hizmetleri
Türkler yüzyıllar boyunca, kan bağıyla birbirine bağlı küçük topluluklar halinde yaşadıklarından aralarındaki sosyal yardımlaşma da güçlüydü. İslam dinini kabul etmelerinden sonra Türkler arasında sosyal yardım etkinliği daha çok vakıflar eliyle yürütülmeye başlandı. Vakıflar sağlık ve eğitim gibi sonraları büyük ölçüde devletin üstleneceği görevleri yerine getirmenin yanı sıra, sosyal yardım kapsamına giren pek çok gereksinimi de karşılamaya çalıştılar. Örneğin yoksulların barınma, yeme içme gereksinimleri için imarethaneler, yolcuların konaklaması için kervansaraylar gibi yapılar vakıflarca kurulmuş ve işletilmiş, bundan başka günümüzde belediyelerin yürüttüğü hizmetlerin çoğu hep vakıflar eliyle karşılanmıştır. Ayrıca birçok küçük vakıf da mahalle, köy, kasaba gibi belirli bir çevrenin çeşitli sosyal yardım gereksinimlerini karşılamaya yönelik etkinliklerde bulunmuştur. Ama vakıf kurumu vakfı yapanın isteği doğrultusunda çalıştığı için sosyal yardıma gerek duyulan pek çok alan açıkta kaldığı gibi, zaman içerisinde çeşitli nedenlerle geliri azalan ya da tükenen birçok vakıf da hizmetine son vermek zorunda kalmıştır. Tanzimat döneminde vakıfların denetimi yeni kurulan
Evkaf Nezareti'ne (Vakıflar Bakanlığı) verilerek daha etkili çalışmaları sağlanmış, ayrıca savaşta ve barışta felakete uğrayanlara yardım amacıyla Kızılay kurulmuştur. Bu girişim sosyal yardım amacına yönelik yerel ya da bölgesel etkinlik gösteren birçok başka derneğin de kurulmasına yol açmıştır.
Cumhuriyet döneminde sosyal yardım etkinlikleri devlet örgütlenmesi içine alınarak bu görev Sağlık ve Sosyal Yardım Bakanlığı' na verilmiştir. Kızılay'ın yanı sıra yeni kurulan ve ülke çapında örgütlenen Çocuk Esirgeme Kurumu, Yardım sevenler Derneği gibi kuruluşlar da bu yolda etkinlik göstermeye başlamışlardır. Ayrıca çeşitli kamu kurumları, belediyeler ve özel kuruluşlarla vakıflar da yerel ya da bölgesel olarak birçok sosyal yardım hizmetini üstlenmişlerdir. Devletin sosyal yardım alanındaki örgütü 1983'te çıkarılan bir yasayla yeniden düzenlenmiş, Çocuk Esirgeme Kurumu da devlet örgütü içine alınarak başbakanlığa bağlı Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu Genel Müdürlüğü kurulmuştur. Bu alandaki son girişim 1986'da kabul edilen bir yasayla oluşturulan Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışmayı Teşvik Fonu'dur. Fonun amacı yasada, "sosyal adaleti pekiştirme ve adaletli gelir dağılımını sağlama" olarak belirtilmiştir. Fona her yıl devlet bütçesinden ödenek ayrılmakta, ayrıca çeşitli vergilerden, mal ve hizmet karşılığı elde edilen gelirden belirli paylar aktarılmaktadır. Fonda biriken paralar her il ve ilçede kurulan vakıflar aracılığıyla ihtiyaç sahiplerine geçici ya da sürekli yardım biçiminde dağıtılmaktadır. Bütün bunlara karşın Türkiye'de sosyal yardım etkinlikleri henüz çok yetersiz durumdadır. Örneğin Devlet İstatistik Enstitüsü'nün verilerine göre 1988'de Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu'na bağlı 62 çocuk yuvası, 85 yetiştirme yurdu, 3 rehabilitasyon merkezi bulunmaktaydı. Buralarda hizmet verilen insan sayısı 20 bin dolayındaydı. Oysa aynı yıl Türkiye'de 1 milyondan çok özürlünün ve 4 milyonu aşkın korunmaya muhtaç çocuğun hulunduğu saptanmıştı. Gene aynı yıl 60 ve daha yukarı yaş grubundaki bakıma muhtaç insan sayısı 3 milyon dolayında iken kamu kurumları, belediyeler,vakıflar ve derneklerin elindeki toplam 60 huzurevinde ancak 7.083 kişiye hizmet verilebilmekteydi.
Yardım hizmetlerinin sosyalleştirilmesi ilkesi çoğu ülkede, çalışan herkesin gelirlerinin bir bölümünün toplanarak bir fonda biriktirilmesi ilkesine dayanır. Eğer biri işsiz kalmışsa ya da çalışamayacak kadar hastaysa bu fondan yardım alabilir. Bunlar, işsiz kişinin ve ailesinin temel gereksinimlerinin çoğunu karşılayacak olan parasal ödemelerdir. Kişi emeklilik yaşma geldiğinde fondan emeklilik maaşı almaya hak kazanır.
Halkın, merkezi bir fona katkıda bulunmasının bir yolu da vergilendirmedir. Vergi gelirlerinin bir bölümü, yoksullara para yardımı için ayrılır. Ayrıca yardım kurumları da parasal destek sağlar.
Ana ve çocuk sağlığı, aile planlaması gibi ailelere; kötü davranılan ya da terk edilen çocukların korunması gibi çocuklara yönelik hizmetler de sosyal yardım kapsamına girer. Örneğin, bazı çocuklar ana babalarından dayak yedikleri için kendi evlerinde normal bir yaşam sürdüremezler. Bu gibi çocukların bakıcı ailelerin evlerine ya da çocuk yuvaları türünden kurumlara, belki de geçici bir süre için yerleştirilmeleri gerekir. Gençlerin boş zamanlarını değerlendirmekten, suç işlemiş gençlerin yeniden topluma kazandırılmasına kadar bir dizi gençlik sorunuyla ilgilenen sosyal hizmet kurumları da vardır. Göçmenlere, etnik gruplara, özürlülere, yaşlılara yönelik sosyal hizmetlerin önemi giderek artmaktadır.
Bunlar çoğu zaman bireylerin özel gereksinimlerine göre yardım sağlamak durumundadır. Örneğin, bedensel özürlü kişilere sağlanacak yardım bir insandan öbürüne çok değişir. Dolayısıyla kişinin özel durumuna uygun hizmetlerin yerine getirilmesi gerekir. Yardım çoğu zaman bu konuda yetiştirilmiş bir kişi tarafından sağlanır. Zor durumda olan bir insanın öğüde, rehberliğe, sevecenliğe, anlayışa ve güvene gereksinimi vardır. Bir kazada görme yetisini yitiren kimsenin yeni yaşamına uyum sağlayabilmesi için Braille alfabesini öğrenmek, sokakta yürümeyi başarmak, yeni bir iş bulmak gibi sorunları olacaktır. Sosyal hizmet görevlisinin işi, ona bu konularda tüm yetilerini kullanarak yardımcı olmaktır.
Sosyal yardım programları birkaç nedenle eleştirilere uğramıştır. Bu programların çok pahalıya mal olduğu ve kötüye kullanılabileceği öne sürülmüştür. Eleştirenler, bazı insanların çalışmaktansa yardımla geçinmeyi yeğledikleri, bu nedenle de işsiz kalmalarının kendi suçları olduğu kanısındadır. Oysa, özellikle işsizliğin yoğun olduğu dönemlerde insanların sosyal yardıma gerçekten gereksinmesi vardır.
SOSYOLOJİ
İnsanlar eskiçağlardan bu yana küçük ya da büyük topluluklar içinde yaşar. Aile, kabile, köy, kent, okul, iş çevresi, ordu birer topluluktur. İnsan ailesinden, okuldan ve içinde bulunduğu çevreden etkilenerek, birtakım davranışlar, düşünce ve inançlar edinir. Çevrede gelişen toplumsal olaylar kişiyi farkına varmaksızın etkiler. Sosyoloji ya da toplumbilim, insan toplumlarının yapısını, toplumlararası ilişkileri, toplumsal grupların örgütleniş biçimlerini ve bu grupların bireysel davranışlar üzerindeki etkisini inceleyen bir bilimdir. Toplumbilimci olarak da bilinen sosyologlar, toplumsal gruplarla ilgili araştırmaları yürütür, sonuçlar çıkarır ve bu sonuçlardan kalkarak, bazı toplumsal sorunlara çözüm önerileri getirir. Sosyologların incelediği bu gruplar aile gibi küçük, siyasal örgütler ya da sendikalar gibi büyük kurumlar olabilir.
Sosyolojinin bir bilim olarak doğuşunda etkili olan düşünceler 17. ve 18. yüzyıllarda ortaya çıktı. Fransız Devrimi ve Sanayi Devrimi Avrupa'da büyük sarsıntılara neden olmuş, önemli toplumsal ve ekonomik değişimlere yol açmıştı.Toplumların bilimsel olarak incelenmesi ve sorunlara çözüm arayışları 19. yüzyılda, felsefe ile bilim arasında kesin bir ayrıma yol açtı. İlk sosyologlar biyoloji ve evrim kuramlarından etkilendi.Sosyoloji terimini ilk kez kullanan Fransız düşünür Auguste Comte (1798-1857), toplumun yapısını ve toplumsal değişmenin tarihini inceledi. Nesnel araştırmayla kazanılmış bilgi dışındaki bilginin değeri olmayacağını savunan Comte, bir bilimler sıralaması yaparak, en yeni bilim olan sosyolojinin tüm bilim dallarını birleştirici niteliğini vurguladı. Com- te'a göre sosyoloji, toplumsal olaylara özgü temel yasaların olgulardan yararlanılarak incelenmesine dayanıyordu.
Fransız sosyolog Emile Durkheim (1858- 1917) Toplumbilimsel Yöntemin Kurallarında (Regles de la methode sociologique\ 1895) kuramsal sosyolojiyi deneysel araştırmayla birleştiren yöntemini açıkladı. Fransız sosyoloji okulunun kurucusu olarak kabul edilen Durkheim'la birlikte sosyoloji, hukuk, iktisat, sanat tarihi gibi alanlardaki araştırmaların ufkunu genişletici temel bir bilim dalı haline geldi. Emile Durkheim'ın İntihar (le Suicide; 1897) adlı araştırması yöntem ve bilimsel gerçekçilik açısından son derece başarılıydı.
Gene aynı dönemde İngiliz sosyolog ve işadamı Charles Booth (1840-1916), Life and Labour of the People in London (1889-91, 1892-97, 1902; "Londra'da Halkın Yaşamı ve Çalışması") adlı 17 ciltlik yapıtında toplumsal sorunlara ilişkin pek çok bilgi toplamıştı. İngiliz sosyolog Benjamin Seebohm Rown- tree'nin (1871-1954) York'ta işçi konutları konusundaki araştırması Poverty; A Study of Town Life (1901; "Yoksulluk; Kent Yaşamı Üzerine Bir İnceleme") deneysel sosyolojinin temel kitapları arasına girdi.
19. yüzyılda, genellikle gözlem yoluyla yapılan ve sistemli bir yöntem izlemeyen sosyoloji araştırmaları çok sayıda olgunun toplanmasına dayanıyordu. 20. yüzyılın başında ABD'de Chicago Üniversitesinde ilk kez alan araştırmasına, girişildi. (Günümüzde de uygulanan alan araştırması, çeşitli toplumsal olguların örnekleme yoluyla seçilen somut örnekler üzerinde incelenmesi yöntemidir. Buna göre, incelenmek istenen bir birey, olay ya da toplumsal grup içinden sınırlı sayıda birim, yığını temsil edebilecek biçimde, rast- gele ya da başka yollarla seçilir.) Yüzlerce öğrencinin katıldığı bu çalışmalarda, edinilmiş bilgilerden yararlanmak yerine, inceleme konusu olan yerdeki insanlarla ilişki kurularak bilgi ediniliyordu. Araştırmanın niteliğine göre, suçluların genel olarak barındığı yerlere ya da intihar oranının yüksek olduğu bölgelere gidiliyor, terk edilmiş çocuklar ya da boşanmış çiftlerle ilgili bilgi toplanıyor, çevredeki toplumsal hareketlilik inceleniyordu. 1920'lerde ABD'de, Chicago Üniversitesi'nde öğretim üyesi olan Robert E. Park (1864-
1944) etnik azınlıklar, özellikle de Siyahlar üzerindeki çalışmalarıyla tanındı. Ernest W. Burgess (1886-1966) ile birlikte, sosyolojinin klasiklerinden sayılan Introduction to the Science of Sociology(1921; "Sosyoloji Bilimine Giriş") adlı ders kitabını yazdı. Burgess ise özellikle ailenin doğası ve yaşlılar konusundaki araştırmalarıyla tanındı.
Alman sosyolog Georg Simmel (1858-1918) kullanılacak araştırma yöntemleriyle ilgili önemli çalışmalar gerçekleştirdi. Din sosyolojisi ve yöntembilim üzerine araştırmalarıyla tanınan Max Weber (1864-1920) ise sosyolojinin, insanları davrandıkları ve düşündükleri gibi yansıtmaya çalışması gerektiğini vurguladı.
İş sosyolojisi, toplumsal sınıflar sosyolojisi, din sosyolojisi, hukuk sosyolojisi, bilgi sosyolojisi gibi alanlara yayılan ve giderek kapsamı genişleyen sosyoloji, 20. yüzyılın ikinci yarısında sanat, edebiyat, moda, şehircilik, dinlenme, alkol ve uyuşturucu bağımlılığı, kitle iletişim araçları, uluslararası ilişkiler gibi alanlarda da araştırmalara yöneldi.
Toplumsal olaylar çok yönlüdür; durmadan değişir, zaman ve çevreye göre nitelik değiştirir. Bu nedenle sosyolojide kullanılan gözlem ve deneyler dolaylı ve sınırlıdır. Sosyoloji, tarih ve antropoloji gibi bilimlerden ve istatistik gibi inceleme yöntemlerinden yararlanır.Toplumun bugünkü durumuna ilişkin bilgi edinmek, çeşitli toplumsal olayların değişimini incelemek için istatistiklere başvurulur. Sağlıklı istatistikler, bir toplumun genel durumuna ilişkin grafikler ve rakamlarla kesin bilgi verir. Örneğin istatistiklerde işsizlik, cinayet ve intiharların arttığı görülüyorsa, söz konusu toplumun bir bunalım içinde olduğu anlaşılır.
Bir başka gözlem yöntemi de monografi' dir. Monografi özel bir toplumsal olaya ya da gruba ilişkin olarak hazırlanan ayrıntılı bir incelemedir. Bir monografide öğrenilmek istenen bilgileri saptayan çizelgeye soru çizelgesi dendiği gibi anket ya da soruşturma da denir.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder