Ana Sayfa Bilgi Bankası

31 Ocak 2011 Pazartesi

ROBESPIERRE, Maximilien


ROBESPIERRE, Maximilien (1758-1794). Genç bir yargıçken, bir suçluyu ölüme mah­kûm etmektense görevinden istifa etmeyi se­çen Maximilien Robespierre, daha sonra Fransız Devrimi'nin Terör Dönemi'nde en aşın şiddet uygulamalarını gerçekleştiren kişi olarak Fransa tarihine geçti.
Kuzey Fransa'da Arras'ta dünyaya gelen Robespierre, birçok hukukçu yetiştirmiş olan bir ailenin çocuğuydu. Robespierre de avukat olmuş, hukuk bilgisi ve özellikle yoksulları savunmakta başarıyla kullandığı konuşma yete­neğiyle ün kazanmıştı. Robespierre bu yetenek­leriyle, 1789'da Paris'te toplanan ve bir tür ulusal meclis olan Etats-Generaux'ya Arras temsilcisi olarak girdi. Kendi siyasal görüşlerine yakın güçlü bir siyasal grup olan Jakobenler'e katıldı ve bu grubun içinde etkili oldu. 1792'de genel oyla seçilen ulusal meclis Konvansiyon'da tüccar ve sanayicilerin çıkarlarını savunan Jirondenler'in 1793'te gücünün kırılmasından sonra, ülkeyi yönetmek üzere kurulan Kamu Güven­liği Komitesi'ne Georges Jacques Danton ve Jean-Paul Marat gibi Jakobenler ile birlikte giren Robespierre, soyluların ayrıcalıklarını kaldırdı. Karşıdevrimcilerle acımasız bir mücadeleye girişilen bu dönemde çok sayıda insan giyotine gönde­rilerek idam edildi. Marat'nın bir suikastte öldürülmesinden sonra Danton'u da giyotine gönderen Robespierre, yönetimdeki gücünü pekiştirdi.
Aynı zamanda bir edebiyat araştırmacısı olan Robespierre, Rousseau'nun felsefesi­nin bir izleyicisiydi. Robespierre bir yandan amaçsız şiddet kullanılmasına karşı çıkarken, bir yan­dan da ekonomik güçlükleri yenebilmek, zorunlu askerliği uygulayıp savaşı başarıya götürebilmek için terörü tırmandırdı. Altı hafta gibi kısa bir süre içinde 1.200 kişiyi giyotine gönderdi. Karşıtları giderek çoğalan ve uyguladığı şiddetle kendi arkadaşları ara­sında da korku uyandıran Robespierre, çok geçmeden zor durumdaki halkın da desteğini yitirmeye başladı. 27 Temmuz 1794'te Kon­vansiyon Robespierre'e karşı harekete geç­ti. Robespierre tutuklandı ve ertesi gün, bir­çok kişiyi göndermiş olduğu giyotinle idam edildi.

RİYAD


RİYAD, Suudi Arabistan'ın başkentidir. Ara­bistan Yarımadası'nın ortasında yer alan Riyad eskiden, çöllerle kaplı bu topraklarda İran'ı Mekke'ye bağlayan kervan yolunun üzerinde verimli bir vaha ve ticaret merkeziy­di. Bugün ise modern yapıları, yolları, hasta­ne ve okullarıyla Suudi Arabistan'ın en büyük kentidir.
1924'te Suud hanedanının başkent ilan et­mesiyle kentin siyasal önemi arttı. Mekke dinsel merkez olarak kalırken, Riyad siyasal merkez oldu. 1932'de Suudi Arabistan Krallı­ğı kurulunca başkenti olan kent, özellikle ülkede petrolün bulunmasından sonra hızla gelişti. II. Dünya Savaşı'nın ardından, kentin eski yapıları düzenli bir biçimde yıkılarak yerine bugünkü modern Riyad kuruldu.
Günümüzde Suudi Arabistan'ın ulaşım, ti­caret ve eğitim merkezidir. Kentteki sanayiler arasında çimento fabrikası ve petrol rafinerisi sayılabilir. 1957'de kurulan Riyad Üniversite­si kentin en önemli eğitim kurumudur. Nüfu­su 1.308.000'dir (1981).
1990'da Irak'ın Kuveyt'i işgaliyle başlayan yeni Ortadoğu bunalımı ile birlikte, uluslararası siyasette Suudi Arabistan ve Riyad'ın önemi artmış, dünyanın ilgisi bu bölgeye yönelmiştir.

RIVERA, Diego


RIVERA, Diego (1886-1957). Meksikalı res­sam Diego Rivera, Latin Amerika'da ve ABD'de fresk sanatını yeniden canlandırdı. Duvar resmi yapmaya genç yaşta başlayan Rivera, Meksiko'da San Carlos Güzel Sanat­lar Akademisi öğrencisiyken bir öğrenci eyle­mine katıldığı için okuldan atıldı. Öğrenimini sürdürmek için İspanya'ya giden Rivera, daha sonra Paris'e yerleşti. Orada Pablo Picasso ve Amedeo Modigliani gibi sanatçılarla dost oldu. 1920'de Rönesans dönemi fresklerini incelemek üzere İtalya'da bir geziye çıktı. İtalya'da gördüklerinden çok etkilenen Rive­ra, ülkesinde uygulamak düşüncesiyle yüzler­ce duvar resmi taslağı çizdi.
1921'de, reform yanlısı Âlvaro Obregön'un devlet başkanı seçilmesi üzerine Meksika'ya döndü. Yakın geçmişteki Meksika Devrimi' nin umutlarını ve eylemlerini dile getiren siyasal ve toplumsal içerikli bir dizi duvar resmi yaptı. ABD'de Detroit'te Detroit Sanat Enstitüsü ve New York kentindeki Rockefeller Merkezi için de duvar resimleri yapan Rivera'nın resimleri o günlerde siyasal içerik­lerinden dolayı yoğun tartışmalara neden oldu. Fresklerinin çarpıcı renkleri, cesur, yalın ve anıtsal üslubu ABD'de ve Latin Amerika'da fresk sanatının yeniden canlan­masına yol açtı.
Sanatı Meksika halkının ulusal bilincini güçlendirmek için kullanan Rivera'nın Meksi­ko'daki Başkanlık Sarayı için yaptığı ve Mek­sika tarihini konu alan dev boyutlu freskler ölümüyle yarım kaldı.

RITSOS, Yannis


RITSOS, Yannis (doğumu 1909). Çağdaş Yunan şiirinin en büyük ustalarından biri olan Yannis Ritsos şiirlerinde Yunan toprağını ve insanını yalın ve çarpıcı bir biçimde dile getirir. Peloponnesos'da Monemvasia'da do­ğan şair toprak sahibi bir ailenin en küçük çocuğuydu. Liseyi bitirdikten sonra çalışmak için Atina'ya gitti. Ama bir süre sonra ciğerle­rinden hastalanınca Monemvasia'ya dönmek zorunda kaldı. Bu yıllarda ilk şiirlerini yazan Ritsos ayrıca resim ve müzikle de uğraşmak­taydı. Bir yıl sonra yeniden Atina'ya giderek bulduğu geçici işlerde çalışmaya başladı. Ama hastalığı yineleyince 1927-30 yılları arasında aralıklı olarak Atina ve Girit'teki çeşitli sana­toryumlarda yattı. Bu sırada bol bol kitap okuma olanağı buldu. Sağlığına kavuşup has­taneden çıkınca Atina'ya dönerek bir işçi örgütüne girdi. İki yıl boyunca bu örgütün sanat etkinliklerini üstlenen Ritsos şiir dinleti­leri düzenledi, oyunlar sahneledi. Daha sonra
bu örgüt içindeki çalışmaları sırasında tanıştı­ğı bir yayınevi sahibinin yanında düzeltmenlik ve redaktörlük yaptı.
İlk şiiri yayımlandığında Ritsos 18 yaşın­daydı. Hastanede yattığı dönemde çeşitli der­gilerde şiirlerini yayımlamayı sürdürdü. 1934'te basılan ilk kitabı To Traktefi ("Trak­tör") 1935'te İ pyramides ("Piramitler") ve 1936'da Epitaphios ("Mezar Yazıtı") kitapları izledi. Bu yıllarda Yunanistan'da general Ioannis Metaksas anayasayı yürürlükten kal­dırmış, parlamentoyu dağıtarak bir diktatör­lük kurmuştu. Ritsos'un ilerici bir dünya görüşüyle yazdıklarından rahatsız olan Me­taksas şairin bu son kitabını Atina'daki Zeus Tapınağı'nda törenle yaktırdı.
Ritsos II. Dünya Savaşı çıktığında sağlığına tam olarak kavuşamamıştı. Savaş süresince Atina'da kaldı ve hasta olmasına karşın dur­maksızın şiir yazdı.
Yurdunu işgal eden Almanlar'a karşı dire­nen örgütlerden biri olan Ulusal Kurtuluş Cephesi'ne (EAM) 1945'te katılan Ritsos, Kuzey Yunanistan'daki birliklerde çeşitli gö­revler üstlendi. Makedonya Halk Tiyatrosu' nun çalışmalarını yönlendirdi. Savaşın sona ermesi üzerine Atina'ya dönerek bir yayın­evinde çalışmaya başladı. Bu yıllarda, EAM'ın II. Dünya Savaşı sonrasında yönetime yeni­den kralın gelmesine karşı çıkması üzerine başlayan iç savaş sürmekteydi. Bu siyasal ortamda Ritsos 1948'de tutuklanarak 1952'ye kadar Limni, Makronisos ve Ayios Staratis adalarında sürgünde yaşadı. 1952'de özgürlü­ğüne kavuşunca Atina'ya dönen Ritsos, iki yıl sonra, Sisam'da doktorluk yapan Falitsa Yorgiadis'le evlendi.
Şiirleri birçok yabancı dile çevrilen Ritsos 1955-67 arasında çok sayıda şiir kitabı yayım­ladı. 1956'da Ay Işığı Sonatı {Sonata tu selinophotos) adlı yapıtıyla Ulusal Yunan Şiir Ödülü'nü kazandı. 1967'de albay Georgios Papadopulos ve arkadaşlarınca gerçekleştiri­len askeri darbe sonunda demokrasi kesintiye uğrayınca RitsoS da tutuklandı. 1970'e kadar Yeros ve Leros adalarında sürgün yaşadı. 1972'de askeri cunta yönetiminde göreli bir yumuşama başlayınca son yıllarda yazdığı şiirlerini yedi kitapta topladı. Aynı yıl Knokkle-Zout Büyük Şiir Ödülü'nü kazandı. Ayrıca Mainz Bilimler ve Edebiyat Akademisi'ne üye seçildi. Bu ödüller ve onurlandırmaları 1974'te Uluslararası Dimitrov Ödülü, 1976'da Uluslararası Etna-Taormina Şiir Ödülü, 1977'de Lenin Ödülü, Selanik ve Birmingham üniversiteleri "onursal doktora" dereceleri izledi.
Ritsos'un şiirlerini dört döneme ayırarak inceleyebiliriz. İlk şiirleri kişisel, toplumsal ve siyasal yaşantılar arasında bağ kurmaya çalış­tığı, yetişme dönemi de diyebileceğimiz döne­min ürünleridir. 1930'ların sonlarını kapsayan ikinci dönem şiirlerine yalın bir dil ve lirik bir anlatım egemendir. Üçüncü döneminin şiirle­ri Alman işgalini, iç savaşı ve sürgün yıllarını kapsar. Ritsos sanat yaşamının son dönemine "dördüncü boyut" adını vermektedir. ,
Ritsos'un birçok yapıtı dilimize çevrildi. Boyun Eğmeyen Ülke (1983), Umarsız Penelope (1983), Şiirler (1983), Yaşlı Kadınlar ve Deniz (1984), Alışkanlıklar da Değişir (1984), Parantezler (1986), Dikkatli Ariostos (1987), Helena Nöbetçi (1988), Graganda (1989), bunlardan bazılarıdır.

RİO GRANDE.


RİO GRANDE. Meksika'da Rio Bravo del Norte adıyla bilinen Rio Grande, Kuzey
Amerika'nın en uzun ırmaklarından biridir. Kaynağı Kayalık Dağlar'ın güney kesimlerin­de, deniz düzeyinden 3.700 metre yüksekte­dir. ABD'de Colorado eyaletinin güneybatı­sından doğan Rio Grande, güneye doğru akarak New Mexico'dan geçer; sonra güney­doğuya dönerek Meksika Körfezi'ne ulaşınca­ya kadar ABD'nin Texas eyaleti ile Meksika arasındaki yaklaşık 2.000 kilometrelik sınırı oluşturur. Rio Grande'nin toplam uzunluğu 3.034 kilometredir. Havzasının yüzölçümü de 445.000 km2'ye yaklaşır.
Rio Grande başlangıçta tipik bir Kayalık Dağlar akarsuyudur: Dik kayalık yamaçları bazı yerlerde 530 metreyi bulan derin ve dar kanyonların içinde akar. Ama sonra çevresi değişir, hızı kesilir, geniş düzlükler boyunca ağır ağır ilerleyerek denize ulaşır. Aşağı çığırındaki sığlıklar ve kum tepeleri dolayısıy­la suyolu olarak çok az kullanılır.
Su taşkınlarını denetim altında tutmak ve toprağı sulamak amacıyla Rio Grande'nin üzerinde ABD ve Meksika'nın kurduğu ba­rajlar vardır. Deltanın özellikle Texas'ta ka­lan bölümünde turunçgiller, soğan, şekerpan­carı, fasulye, domates ve acı biber üretilir. Colorado'daki San Luis vadisi önemli bir patates üretim bölgesidir. Hayvancılık da yapılan bu bölgede ırmak boyunca büyük sığır sürüleri otlatılır.
Rio Grande'nin oluşturduğu sınır boyunca bir yanda ABD'de, öbür yanda Meksika'da kurulmuş büyük yerleşim bölgeleri vardır. Örneğin Texas'taki El Paso'nun karşı kıyısına Meksika'da Ciudad Juârez, Laredo'nun karşı­sına Nuevo Laredo, ırmak ağzının yakınların­da yer alan Brownsville limanının karşısına da Matamoros kurulmuştur.

RİO DE JANEIRO


RİO DE JANEIRO, Brezilya'nın ikinci büyük kentidir. 1763'ten 1960'a kadar ülkenin baş­kenti olan Rio de Janeiro önemli bir limandır. Kısaca Rio adıyla tanınan kent, Atlas Okyanusu'nun batı kıyısında yer alır. Rio'nun kurulduğu yarım ay biçimindeki Guanabara Körfezi neredeyse denizin kıyısında yükselen mavi yeşil tepelerle çevrilidir. Bu tepelerin çoğu deve hörgücüne benzeyen biçimleriyle alışılmamış bir görünüm sergiler. Koni biçi­mindeki Pâo de Açücar ("kelle şeker") Dağı deniz kıyısından 395 metre yüksekliktedir. Bu dağa teleferikle çıkılabilir. Corcovado ("kam­bur") adıyla bilinen 705 metre yüksekliğinde­ki dağın doruğunda Hz. İsa'nın bir heykeli vardır. "Kurtarıcı İsa" adıyla tanınan 29 metre boyundaki bu heykel 1931'de yapıl­mıştır.
Kıyı tepelerinin ardındaki dağlar tropik ormanlarla örtülüdür. Pek çok küçük adayla dolu olan denizde yoğun gemi ve feribot seferleri yapılmaktadır. Rio ekvatorun güne­yinde yer aldığından en soğuk ayı temmuz, en sıcak ayı ise şubattır. İklim nemli ve tropiktir; yağmur mevsimi kasımdan mayısa kadar sürer.
Rio de Janeiro'da yaşayan insanlar karışık kökenlidir; ama büyük bir bölümü, kente ilk yerleşen Avrupalı sömürgeciler olan Porte­kizlilerin soyundan gelir. Rio de Janeiro'da ilk yerleşim 1565'te gerçekleşti. Üç yıl sonra ise bir ortaçağ kalesi durumuna geldi. Rio'da yaşayan pek çok Siyah vardır. Değişik ırktan insanlar arasında uyumsuzluğa pek rastlan­maz. Konuşulan dil Portekizce'dir.
Rio'da hâlâ sömürge döneminden kalma eski yapılar vardır. Büyük taş duvarlı ve kiremit çatılı eski kiliselerin içleri altın yaldız­la bezelidir. Kent merkezinin büyük bir bölü­mü yeniden yapılmıştır; körfezi çevreleyen kıyıda beyaz gökdelenler yükselir. Brezilya' ya adını veren pau-brasil ağacı gibi herdemyeşil ağaçlarla süslü uzun ve geniş caddeler kenti boydan boya geçer ve deniz kıyısı boyunca uzanır. Rıhtımdaki Santos Dumont havalima­nı kıyıdaki bir tepenin düzleştirilmesi ve çıkan toprakla denizin doldurulması sonucu yapıl­mıştır. Kentin uluslararası havalimanı olan Galeao ise körfezdeki bir ada üzerindedir. Santos Dumont havalimanının güneyinde, gene denizin doldurulmasıyla elde edilen ala­nın üzerinde ise bir modern sanat müzesi
vardır. Özellikle dış turizme yönelik kuruluş­larıyla tanınan Copacabana ve Ipanema banli­yöleri daha güneyde, Atlas Okyanusu'na ba­kan geniş ve kıvrımlı kumsaldadır. Banliyöle­rin iç ulaşımları ve kent merkeziyle bağlantı­ları sabah ve akşam saatlerinde tek yön uygulaması yapılan iki geniş yolla gerçekleşti­rilir. Guanabara Körfezi üzerindeki köprü ile 1979'da açılan metro kentin trafiğini büyük ölçüde rahatlatmaktadır. Rio'nun dünyaca ünlü botanik bahçesinde 30 metre yüksekli­ğinde palmiye ağaçları, yaprak çevresi 6 metreye ulaşan nilüferler vardır.
Sâo Paulo'dan sonra Brezilya'daki ikinci büyük sanayi merkezi olan Rio'da giysi, ayakkabı, ilaç, cam, basım, yayımcılık ve gemi sanayileri vardır. Bankacılık ve turizm kentin başlıca gelir kaynaklarıdır. Her yıl düzenlenen Rio Karnavalı'na dünyanın bir­çok yerinden turist gelir.

RİNGA


RİNGA, kuzey denizlerine yayılmış, ince uzun yapılı, gümüşsü renkte ve en çok 40 santimetreye yaklaşan uzunlukta bir balıktır. Eskiden ayrı türler olarak sınıflandırılan At­lantik ringası ile Pasifik ringası günümüzde genellikle aynı türün (Clupea harengus) alt­türleri sayılmaktadır.
Ringalar denizlerde en bol bulunan balıklar arasında yer alır. Ayrıca etlerinin çok besleyi­ci olması nedeniyle bu balıklar Avrupa'nın kuzeyinde yaşayan halkların yaşamını derin­den etkilemiştir. Yüzyıllar boyunca büyük ringa sürülerini avlamak için kurulan birçok balıkçı limanı vardır. Bu limanlardan denize açılan irili ufaklı balıkçı tekneleri yıllarca belli bir bölgeye gelen, sonra bir süre için dolaştık­ları yerleri değiştiren ringa sürülerinin peşine düşerdi. Ortaçağda Hansa Birliği'ni oluşturan Alman kentleri ringa balıkçılığını denetimleri altına aldı.
Ringaların 3 milyar kadarı bir araya gelerek uzunluğu 13 kilometreyi, genişliği 6 kilomet­reyi bulan bir sürü oluşturabilir. Ringalar en çok, balıkların bulunduğu derinliğe kadar salınan, bir ya da iki teknenin çektiği orta su trolü ya da gırgır ağlarıyla yakalanır. Çevirme ağlarıyla yapılan av, gırgır ağlarıyla yapılana çok benzer. Eskiden çok yaygın olan galsama ağlarıyla ringa avı günümüzde eski önemini yitirmiştir.
Avlanan Atlantik ringasının küçük bir bö­lümü taze olarak yenirken büyük bölümü tuzlandıktan, füme ve salamura yapıldıktan sonra tüketime sunulur. İskandinavya'da kü­çük ringaların genellikle konservesi yapılır. Baltık Denizi'nde bir Danimarka adası olan Bornholm, tütsülenmiş ringasıyla ünlüdür.
Dişi bir ringanın deniz dibine döktüğü yumurtaların sayısı 40 bini aşabilir. Ama bu yumurtalardan çıkıp gelişebilen ringaların sa­yısı genellikle 3-4'ü geçmez. Ringa yumurta­ları ve yavruları büyük ölçüde öbür balıklar tarafından yenir. Yaşamları boyunca yırtıcı balıkların ve insanların saldırısına uğrayan ringalar ise planktonlarla beslenir. Ringaların solungaçları plankton­ları sudan süzebilecek bir yapı kazanmıştır. Eskiden tükeneceğine kimsenin inanmadığı Kuzey Denizi'ndeki ringa varlığı günümüzün gelişmiş yöntemleriyle sürdürülen aşın avlan­ma sonucu azalmış, dev sürüler kaybolmaya başlamıştır. 1977'de ringa avını geçici bir süre yasaklayan Avrupa Toplulukları bu balıkların yeniden bollaşması için çaba göstermektedir.
Büyük Okyanus'ta avlanan binlerce ton ringanın pek azı salamuraya basılmakta ya da tütsülenmekte, geriye kalanı yağ ve un elde etmek için işlenmektedir. Balıkyağı bazı sa­bunların ve makine yağlarının yapımında, balık unu ise hayvan yemi olarak değerlendi­rilir.
Ringa yağı ve ununa olan yüksek talep Pasifik ringasının 1956-66 arasında en gelişmiş aletler kullanılarak aşırı biçimde avlanmasına yol açtı. Böylece bu balıkların da sayıları hızla azaldı.

RIMSKİ-KORSAKOV, Nikolay


RIMSKİ-KORSAKOV, Nikolay (1844-1908). Büyük Rus besteci Nikolay Andreyeviç Rimski-Korsakov, varlıklı ve soylu bir aile­nin oğlu olarak Novgorod'daki Tihvin'de dünyaya geldi. İlk bestesini dokuz yaşınday­ken yapmış olan Rimski-Korsakov, müzik yeteneğine karşın, ailesi tarafından St. Petersburg'daki (bugünkü Leningrad) Deniz Harp Okulu'na gönderildi.
1861'de tanınmış genç besteci Mili Balakirev'le tanıştı. Fırsat buldukça Balakirev'le birlikte çalışan Rimski-Korsakov okulu biti­rince, üç yıl sürecek ve Londra ile New York gibi birçok limanı kapsayacak uzun bir sefere gönderildi. Bu süre içinde Mi Bemol Minör Birinci Senfoni'sini yazdı. Bitirdiği her bölü­mü, eleştirmesi için Balakirev'e gönderiyor­du. Bu senfoni ilk kez 1865'te St. Petersburg' da seslendirildi.
Rimski-Korsakov müzik çalışmalarını sür­dürmek amacıyla daha sonra Rusya'ya dön­dü. 1873'te, müzik tekniği konusundaki bilgi eksikliğine karşın, Petersburg Konservatuvarı'nda kompozisyon dersleri vermekle görevlendirildi. Öğrencilerine öğretirken bir yan­dan da kendisi öğreniyordu. Öğretmenlik yılları boyunca birçok genç besteciye yardım etti. En tanınmış öğrencilerinden biri İgor Stravinski idi.
Besteci olarak Rimski-Korsakov dört Rus besteciyle birlikte çalıştı. Rimski-Korsakov, Mili Balakirev, Cesar Cui, Aleksandr Borodin ve Modest Mussorgski'den oluşan bu grup Rus Beşleri adıyla tanınıyordu. Ortak özellik­leri, Rus halk şarkıları ve öykülerinden esin­lenen besteler yaparak Rus müziğini batıdan bağımsızlaştırmaktı.
Çok sayıda beste yapmış olan Rimski Korsakov'un yapıtlarından pek azı Rusya dışında tanınmaktadır. Bunlar arasında Şehrazad (1888) ile Rus Paskalya Uvertürü (1888) sayılabilir. Altın Horoz (1908), tamamlanmış 15 operası arasında en ünlüsüdür. Bu operala­rın konusu genellikle Rus ya da Slav masalla­rından kaynaklanır.
Rimski-Korsakov kendi operalarının yanı sıra, dostları Mussorgski ve Borodin'inkileri de tamamladı. Mussorgski'nin ölümünden sonra düzelterek yayıma hazırladığı Çıplak Dağda Bir Gece (1867) özgün besteden daha çok tanınır. Müzik parçalarını orkestra için düzenlemede, yani orkestrasyonda usta olan Rimski-Korsakov müzikle öykü anlatmakta özellikle yetenekliydi. Orkestra yapıtları ara­sında İspanyol Kapriçyosu (1887), Çar Saltan Masalı'ndan (1900) "Yabanarılarının Uçuşu" ve Sadko'dtm (1898) "Hindistan Şarkısı" bu­na örnektir. "Müzik Yaşamımın Olayları" adlı özyaşamöyküsü ölümünden bir yıl sonra ya­yımlandı. Bugün hâlâ ders kitabı olarak kulla­nılan "Orkestrasyonun Temelleri" ise ancak 1913'te basılabildi.

RİFAT, Oktay


RİFAT, Oktay (1914-1988). Çağdaş Türk şiirinin önde gelen temsilcilerinden biri olan Oktay Rifat, şair ve dilci Samih Rifat'ın oğludur. Trabzon'da doğdu, Ankara Üniver­sitesi Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. Paris'teki doktora çalışmasını II. Dünya Savaşı nedeniy­le tamamlayamadı. 1940'ta Türkiye'ye dön­dü, memurluk, avukatlık yaptı. İstanbul'da öldü.
Oktay Rifat şiir dünyasında adını, şair arkadaşları Orhan Veli Kanık ve Melih Cev­det Anday ile birlikte duyurdu. "Garip" adıyla anılan şiir akımının üç temsilcisinden biriydi. Bu akıma bağlı olarak yazdığı ve sıradan insanların beğenisine ses­lenmeyi amaçlayan yerleşik şiir anlayışına aykırı şiirlerinin ilk örneklerini, bu arkadaşla­rıyla birlikte çıkardığı Garip (1941) adlı kitap­ta topladı. Yaşayıp Ölmek, Aşk ve Avare­lik Üstüne Şiirler (1945) adlı kitabında bir yandan Garip çizgisini sürdürürken, bir yan-
dan da geleneksel biçimlerle bir dengeye ulaşmaya çalıştı. Şiirin yapısına verdiği önem­le dikkati çekti. Güzelleme (1945) adlı kita­bında halk şiirinin anlatım özelliklerinden geniş ölçüde yararlandı. II. Dünya Savaşı'nın ertesinden 1950'lerin ortalarına kadar top­lumsal içeriği ağır basan bir şiire yöneldi. Aşağı Yukarı (1952) ve 1955'te Yeditepe Şiir Armağınını alan Karga ile Tilki (1954) adlı kitaplarında topladığı alay ve yergi öğeleri ağır basan bu şiirlerde yerel söyleyişlerden, tekerlemelerden yararlandı. 1956'da yayımla­dığı Perçemli Sokak'ta ise, sözcükler arasın­daki düzeni ve ilintiyi bozan, kapalı, yadırga­tıcı şiirler yer aldı. Bu kitaptaki şiirler sözcük­lerin dünyasına çekilmiş gibiydi. Âşık Merdi­veni' nde (1958) de benzer bir çizgiyi sürdür­dü. Sekiz yıllık bir susuştan sonra 1966'da yayınladığı Elleri Var Özgürlüğün adlı kitabı­nın ilk bölümünde Yunan mitolojisinden esin­lenen, uzun dizelerle kurulmuş, yoğun şiirler yer alıyordu. Bunların ardından da, çok yönlü arayışlarının ve şiir birikiminin bireşimi ola­rak nitelenebilecek yetkin ürünler verme dö­nemi geldi.
Oktay Rifat bu dönemde, her biri büyük bir ustalığı sergileyen Şiirler (1969), Yeni Şiirler (1973), Çobanıl Şiirler (1976), Bir Cıgara İçimi (1979), Elifli (1980), Denize Doğru Konuşma (1982), Dilsiz ve Çıplak (1984), Koca Bir Yaz (1987) kitaplarında daha çok doğaya, kırsal kesime ilişkin görün­tüler çizdi. Türkiye insanını, özellikle kırsal kesim insanını, ayrıntılara inen gözlem gücüy­le başarıyla yansıttı. Oyun İçinde Oyun (1948), Birtakım İnsanlar (1961), Kadınlar Arasında (1966), Ankara Sanatseverler Derneği'nce yılın en iyi oyunu seçilen Yağmur Sıkıntısı (1969) gibi oyunlarında Türk toplu­munun değişik yönlerini gerçekçi bir bakış açısıyla yansıtmaya çalıştı. Oktay Rifat'm Bir Kadının Penceresinden (1976), Danaburnu (1980), Bay Lear (1982) adlı romanları da vardır.
Şiirler ile 1970'te Türk Dil Kurumu Şiir Ödülü'nü, Bir Cıgara İçimi ile 1980'de Sedat Simavi Vakfı Edebiyat Ödülü'nü, Danaburnu ile 1981'de Madaralı Roman Ödülü'nü, Dilsiz ve Çıplak ile de 1984'te Behçet Necatigil Şiir Ödülü'nü kazanmıştır.

RICHELIEU

RICHELIEU (1585-1642). Kardinal Richelieu yaklaşık 20 yıl boyunca Fransa'nın başbakanı ve kralın varlığına karşın, ülkenin mutlak yöneticisi oldu. Öldüğünde ardında Avrupa' nın güç dengesini elinde tutan, eskisinden daha güçlü bir Fransa bıraktı.
Richelieu Dükü Armand-Jean du Plessis, III. Henri'nin başyargıcı olan önemli bir soylunun oğluydu. Önce bir askeri okula giren Richelieu, daha sonra Luçon piskopos­luğunun ailede kalabilmesi için dinsel eğitim gördü. Eğitimini tamamlamasının ardından 22 yaşında Luçon piskoposu oldu. Kral XIII. Louis'nin annesi Marie de Medicis'nin güve­nini kazanan Richelieu, 1616'da dışişleri ba­kanı oldu. Oğluyla bozuşan Kraliçe Marie sürgüne gönderilince, Richelieu de saraydan uzaklaştırıldı. Krala karşı ayaklanan Marie de Medicis'yi uzlaşmaya razı etmek için 1619'da yeniden göreve çağrıldı ve 1622'ye kadar kral ve annesi arasında anlaşma sağlamak için uğraştı. Aynı yıl Marie'nin baskısıyla Fransa' da kardinalliğe getirildi. Daha sonra başba­kan olan Richelieu, 1630'da Marie de Medi­cis'nin ülkeyi terk etmesinden sonra kral, kili­se ve devletin kesin denetimini ele geçirdi.
Büyük bir güce sahip olan Richelieu'nün amacı, içeride soylular ile Protestanların, dışarıda ise Habsburglar'ın gücünü kırmak ve Fransa'da kralın otoritesini yeniden sağla­maktı.
Richelieu'nün ilk işi, krallığın savunması için gerekli olmayan tüm kaleleri yıktırarak soyluların gücünü zayıflatmak oldu. Birçok soylu ona karşı komplo düzenlediyse de, Richelieu aralarında Fransa'nın en güçlü soy­lusu Montmorency Dükü Henri'nin de bulun­duğu tüm önderleri idam ettirdi.
Richelieu daha sonra, birçok kentin yöneti­mini elinde bulunduran ve önemli bir askeri güce sahip olan Huguenotlar ya da Fransız Protestanları'na karşı harekete geçti. 1628'de Huguenotlar'ın önemli bir kalesi olan La Rochelle limanını kendi yönetimindeki or­duyla kuşattı ve bir yıl sonra ele geçirdi. Bir Katolik olmasına karşın, siyasal bir tehlike oluşturmadıkları sürece, Huguenotlar'ın iste­dikleri gibi ibadet etmelerine karışmadı. Huguenot subayları Fransa'nın başka ülkelerle yaptığı savaşlarda özveriyle çarpıştılar.
Richelieu, İspanya ve Almanya'da Habsburg krallarını zayıflatmak için Katolik İspan­ya Kralı IV. Felipe'ye karşı isyancı Alman Protestanları'nı destekledi. 1618-48 arasında Katolikler ile Protestanların Otuz Yıl Savaş­ları olarak bilinen uzun ve kanlı mücadelesine Protestanların yanında katıldı. Protestan İsveç Kralı Gustaf
Adolf un ordularına para yardımında bulun­du ve 1635'te Katolik İspanya'ya savaş açtı. Başlangıçta yenilen Fransız orduları, sonra­dan peş peşe zaferler kazanarak İspanya, Kuzey İtalya ve Almanya içlerine doğru ilerlediler. Ölümünden sonra imzalanan ve Fransa'nın gücünü pekiştiren Vestfalya Barış Antlaşması'nın koşullarını da Richelieu hazır­ladı.
Çok zengin olan Richelieu gösterişli bir yaşam sürdü ve sanatın koruyucusu oldu. 1635'te, ünlü Fransız yazarlarından oluşan ve günümüzde de etkisini sürdüren Fransız Akademisi'nin kurulmasında öncülük etti.
Richelieu, Fransa'nın dış ticaret ve sanayi­sini geliştirmek için önemli adımlar attı. Ülke içinde, özellikle dışarıya satılacak malların üretimine ağırlık verdi. Dışarıdan lüks mal alımını engellerken, denizaşırı ticaret yapan şirketleri destekledi. Bu şirketlerden Kanada ve Batı Hint Adaları'nın sömürgeleştirilmesinde yararlanıldı. Fransız deniz gücünün oluşturulması için de uğraş veren Richelieu' nün ölümünden bir yıl sonra en büyük Fransız krallarından XIV. Louis tahta geçti. "Ben devletim" diye böbürlenen XIV. Louis, gücü­nü Richelieu'nün Fransa'da krallık otoritesini kurmak için gösterdiği çabaya borçludur.

Richard III


Richard III (1452-1485). York Dükü Richard'ın oğludur. Güller Savaşı adı verilen, York ve Lancaster hanedanları arasındaki savaşta öncü birliklere komuta eden Richard, 1461'de York haneda­nının İngiltere tahtını ele geçirmesini ve en büyük ağabeyi olan IV. Edward'ın yeniden tahta çıkmasını sağladı.
Nisan 1483'te IV. Edward ölünce büyük oğlu V. Edward tahta geçti. Yeni kral 12 yaşında olduğundan o büyüyünceye kadar birisinin ülkeyi yönetmesi gerekiyordu. Richard'ın V. Edvvard'ın naipliğini üstlenmesi­ne karşın, kralın annesi buna karşıydı. Zaman yitirmeden İngiltere'nin kuzeyinden gelen Richard, kraliçenin yandaşlarıyla çatışmaya girdi, birçoğunu tutuklattı ve idam ettirdi. Kraliçeyle öbür çocukları Westminster Abbey'e kaçtılar.
İngiltere'yi tek başına yönetmek isteyen Richard, parlamentonun da desteğiyle III. Richard adıyla taç giydi. Edvvard'la dokuz yaşındaki kardeşini Londra Kulesi'ne hapset­tirdi. 1483'te iki kardeşin birden ortadan yok olması Richard'ın emriyle öldürüldüklerine ilişkin söylentileri güçlendirdi.
Buckingham Dükü 1483'te Richard'a karşı bir ayaklanma başlattıysa da, yenildi ve iha­netle suçlanarak idam edildi. Birkaç ay içinde Richard'ın tek oğlu ve ardından karısı öldü.
Fransa'da sürgünde yaşayan Henry Tudor'un da gözü tahttaydı. Richard ve Henry' nin orduları arasında 1485'te Bosworth Field Çarpışması oldu. Richard çarpışmada öldü ve Henry Tudor, VII. Henry adıyla tahta çıktı.

Richard II


Richard II (1367-1400). Yüz Yıl Savaşları' nın ünlü İngiliz generali Edward'ın (Kara Prens) oğludur. 1377'de büyük babası III. Edward'ın yerine tahta çıkan Richard henüz reşit olmadığından ülkeyi bir süre amcası Gauntlu John ve bir grup soylu yönetti.
Richard, 1381'de Wat Tyler'in önderliğinde ayaklanan köylülere sonradan tutmayacağı sözler vererek onlardan yanaymış gibi dav­randı ve ayaklanmayı yatıştırdı. Bundan son­ra İngiltere'yi tek başına yönetmek için başa­rısızlıkla sonuçlanacak bir mücadeleye girişti. Gauntlu John'un 1386'da İspanya'ya gitme­sinden sonra yerini bir başka amca, Gloucester Dükü Thomas aldı. Richard 1397'de Thomas'ın tutuklanmasını ve öldürülmesini emretti.
Bundan iki yıl sonra, Richard İrlanda'day­ken, Gauntlu John'un oğlu Henry Boling- broke İngiltere'ye saldırarak IV. Henry adıy­la taç giymek istedi. Teslim olan Richard, Pontefract Şatosu'na hapsedildi ve orada öl­dü. 1382'de Bohemya Prensesi Anne ile ev­lenmiş, ama çocukları olmamıştı.

RICHARD


RICHARD (İngiltere Kralları). İngiltere tari­hinde Richard adını taşıyan üç kral vardır.
Richard I (1157-1199). Aslan Yürekli Richard adıyla da tanınan I. Richard, II. Henry ile Akitanyalı Eleonore'un üçüncü oğludur. 11 yaşındayken Akitanya dükü oldu.
1189'da İngiltere kralı olan Richard kısa bir süre sonra Kutsal Roma-Germen İmparatoru Friedrich Barbarossa ve Fransa Kralı II. Philippe ile birleşerek Kudüs'ü Müslüman­ların elinden geri almak için III. Haçlı Seferi'ni başlattı.
Nisan 1191'de Kutsal Topraklar'a doğru yola çıkan Richard, yolculuğu sırasında uğra­dığı Kıbrıs'ı ele geçirdi. Burada Navarra kralının kızı Berengaria'yla evlendi. Haziran­da, Filistin'in kuzeyinde bir Müslüman kalesi olan Akka'yı ele geçirdi. Haçlılar arasında tam anlamıyla birlik yoktu. Richard'ın yoklu­ğunu fırsat bilerek İngiltere krallığını Richard' ın kardeşi John ile paylaşmak amacında olan II. Philippe bu arada ülkesine geri dönmüştü. Öte yandan, II. Richard'ın önder­liğindeki Haçlı ordusu bir yıldan uzun süren bir kuşatmadan sonra Kudüs'ü alamayınca, Richard, Selahaddin Eyyubi ile barış antlaş­ması imzaladı. Ekim 1192'de yurduna geri dönmek üzere yola çıktı. Ne var ki, Fransa' nın kendisi için güvenli olmadığını bildiğin­den kılık değiştirerek Avusturya üzerinden geçerken, Avusturya Dükü Leopold onu ya­kalayarak hapsettirdi. İstenen fidyenin bir bölümü ödenerek Richard serbest bırakıldı.
İngiltere'ye dönüşünden kısa bir süre sonra II. Philippe'e karşı savaş açan Richard, Normandiya'da yaralanarak öldü. Yerine kardeşi John geçti.

RHÖNE IRMAĞI


RHÖNE IRMAĞI. İsviçre Alpleri'ndeki bir buzuldan doğan Rhöne Irmağı yaklaşık 800 km yol aldıktan sonra Akdeniz'e dökülür. Simplon Tüneli ve Simplon Geçidi yoluyla İtalya' dan İsviçre'ye giren kara ve demiryolu Rhöne vadisinin üst bölümünden geçer. Fransa'ya ulaşmadan önce Cenevre Gölü'ne giren ır­mak, Alpler'i Jura Dağları'na birleştiren sıra­dağlar arasındaki bir dizi derin vadide dola­nır. Bu vadilerin birinde Genissiat hidroelek­trik santralı yer alır.
Lyon'da en büyük kolu olan Saöne Irmağı ile birleşen Rhöne, güneye doğru denize yönelir. Akışı hâlâ hızlı olduğundan ulaşım için elverişli değildir. Ulaşımı sağlamak için yapılan çalışmaların yanı sıra, Donzere'de bir de kanal açılmıştır. Rhöne Irmağı Lyon böl­gesinde, Alp Dağları ile Fransa'nın ortasında­ki, Massif Central diye bilinen büyük yayla­dan geçer. Vadinin oluşturduğu koridoru izleyen kara ve demiryolları, Kuzey ve Orta Fransa ile büyük Marsilya limanı arasında mal taşımacılığına olanak verir. Bir zamanlar Ro­malılar Galya'yı fethetmek için bu yolu kul­lanmışlardı.
Deltanın başladığı Arles'da ırmak, güneybatıya doğru akan Petit Rhöne (Küçük Rhöne) ve güneydoğuya yönelen Grand Rhöne (Büyük Rhöne) olmak üzere iki kola ayrılır. İkisi arasında Camargue'ın tuzlu bataklık ve otlakları uzanır.

RHODES, Cecil


RHODES, Cecil (1853-1902). Rodezya'nın (bugün Zimbabve) kurucusu olan Cecil John Rhodes un amacı, özellikle Afrika'nın güne­yinde İngilizler'in yayılmasını sağlamak ve Kahire den Cape Tovvn'a kadar tüm Afrika'yı ingiliz egemenliği altına sokmaktı.
Hertfordshire'da doğan Cecil Rhodes, bir papazın beş oğlundan biriydi. Ortaöğrenimini tamamladıktan sonra sağlık sorunları yüzün­den üniversiteye gidemeyince, 1870'te karde­şiyle birlikte, çalışmak üzere Afrika'ya gitti. Kimberley'de elmas yeni bulunmuştu ve Rho­des bu işten çok para kazandı. Daha sonra Oxford Üniversitesi'nde okumak üzere İngil­tere'ye gitti. Sağlığının yeniden bozulması üzerine 1873'te Afrika'ya geri döndü.
Rhodes elmas madenlerinin hisselerini sa­hiplerinden satın alarak elmas üretiminin ve satışının denetimini ele geçirdi. Kimberley'de dünya elmas üretiminin de yüzde 90'ını ger­çekleştiren bir şirket kurdu.
Kap Kolonisi Parlamentosu'na girerek, 1885'te Bechuanaland'ın güneyini Kap Kolo­nisi hükümetinin ve kuzeyini İngiliz hüküme­tinin denetim altına almasını sağladı. Bechua­naland'ın kuzeyindeki Matabele ülkesinin Kralı Lobengula'ya elçiler göndererek bu ülkede maden arama hakkı elde eden Rho­des, İngiliz Güney Afrika Kumpanyası'nı kurdu ve daha sonra İngiliz hükümetinden bu toprakları yerleşime açma izni aldı. Çok geçmeden bu bölgeye onun adı (Rodezya) verildi.
1890'da Kap Kolonisi'nin başbakanı olan Rhodes'un tüm Güney Afrika topraklarında İngiliz egemenliğini kurmak amacının önün­deki en ciddi engel iç kesimlerdeki, Paul Kruger'in yönetiminde olan Transvaal Cum­huriyeti ve Oranj Bağımsız Devleti'ydi.
Rhodes 1895'te Paul Kruger'i devirmeyi amaçlayan bir plan tasarladı. Ne var ki, Rodezya silahlı kuvvetleri aceleci davranarak Transvaal Cumhuriyeti'ne yürüdü. Büyük bir başarısızlıkla sonuçlanan bu saldırıdan sonra Rhodes Kap Kolonisi başbakanlığından çekil­mek zorunda kaldı.
Bundan sonra hiçbir resmi görev almamak­la birlikte, 1896'daki Matabele Ayaklanması' nın bastırılmasına yardım etti. 1899'da Güney Afrika Savaşı (Boer Savaşı) çıkınca Rhodes Kimberley'e gitti. Kimberley yaklaşık dört ay Boerler'in kuşatma­sı altmda kaldı. Rhodes Kimberley'in savunma­sını örgütlemek için yoğun çaba gösterdi; Gü­ney Afrika Savaşı bitmeden önce öldü.

REZENE


REZENE, maydanozgiller familyasından kes­kin kokulu otsu bir bitkidir. Güney Avrupa' da ve Anadolu'da yabani olarak, yani kendili­ğinden yetişen bu bitki {Foeniculum vulgare) çok eskiçağlardan beri güç ve cesaret simgesi olmuştur. Örneğin, eskiden Romalı gladya­törlere güç ve kuvvet verici olarak rezene yedirilir, atletizm yarışmalarında birinci gelenle­re rezene çelenkleri takılırdı.
Günümüzde ABD'de, İngiltere'de ve Av­rupa'nın ılıman kesimlerinde tarımı yapılan bu bitkinin en çok tohumlarından (botanik açısından meyve) yararlanılır. Koku verici olarak şekerleme, likör ve ilaçlara katılan bu baharlı tohumlardan ayrıca sabun ve parfüm sanayisinde kullanılan uçucu bir yağ çıkarılır. Körpe yaprak ve dalları soslarda, çorbalarda baharat olarak kullanıldığı gibi haşlanıp salata olarak da yenir. Tohumlarından halk arasında yaygın biçimde gaz söktürücü ilaç olarak da yararlanılır.
Ortalama 1-1,5 metreye kadar boylanabilen rezene bitkisinin iplik gibi ince parçalı yaprakları, küçük bir şemsiyeyi andıran sarı çiçek demetleri vardır. Doğada pek çok çeşi­dine rastlanır tohumları tatlı olanların tarımı da yapılır.

REYKJAVİK


REYKJAVİK, İzlanda'nın en büyük kenti ve başkentidir. Adanın güneybatısında, 874'te ilk Norveç yerleşiminin kurulduğu noktada yer alır. "Dumanlı koy" anlamındaki Reykja­vik adı kentin yakınındaki gayzerler nedeniy­le verilmiştir. Bu gayzerlerden borularla taşınan sıcak su evlerde ve kamu kuruluşlarında kullanılır; konutların, işyerle­rinin, yüzme havuzlarının ve seraların ısıtıl­masında yararlanılır. Bu jeotermal kaynakla­rın kullanımından dolayı Reykjavik dünyanın sayılı temiz kentlerinden biridir.
Balıkçılık ülkenin başlıca sanayilerinden bi­ridir. Avlanan morinaların çoğu Reykjavik'e getirilir. Ülkenin ticaretinin büyük bölümünün gerçekleştirildiği ve orta büyüklükteki gemilerin barındığı liman, bir dalgakıranla korunmaktadır. Öteki sanayiler gemi yapımı ile ip, muşamba, balık eti ve margarin üreti­midir. Kentin elektrik enerjisi gereksinimi hidroelektrik santrallardan karşılanır. Reykjavik'in hemen dışındaki Keflavik'te uluslar­arası bir havalimanı vardır.
20. yüzyılın başlarında Reykjavik 6.000 nü­fuslu küçük bir kasabaydı. Caddeleri kaldırımsızdı, evlerin çoğu ahşaptı. Günümüzün Reykjavik'inde ise parlamento binası, İzlanda Üniversitesi, Ulusal Tiyatro, İzlanda Ulusal Kütüphanesi, Ulusal Müze ve iki katedralden başka birçok önemli yapı bulunur. Ayrıca körfezin güzel görünümüne bakan çok sayıda villa vardır.

RESİM SANATI,Eski Mısır da resim sanatı,Eski Yunan ve Eski Roma da resim sanatı,Bizans ve ortaçağ da resim sanatı,Rönesans da resim sanatı,Rusya Batıdaki Gelişmelere Açılıyor,Modern Resim,


RESİM SANATI, düşünce ve duyguların çizgiler ve renklerle yansıtıldığı bir sanat dalıdır. Gerçek ya da düş ürünü herhangi bir olay ya da öykü resmin konusu olabilir. Nesneleri göründüğü biçimiyle yansıtan ger­çekçi resimler olabildiği gibi, yalnızca renkle­rin belirli bir düzenlemeyle birleştirildiği so­yut resimler de vardır.
Tarih boyunca resim sanatına ilişkin benzer görüşleri paylaşan bazı ressamlar, zaman za­man bir araya gelerek gruplar oluşturmuş, ortak ilkeleri benimsemiş ve değişik akımlara öncülük etmiş ya da resim "okulu" (Fransız­ca'da ecole) olarak tanımlanan belirli bir üslubun sözcülüğünü yapmışlardır.
Resim sanatında değişik zaman dilimlerin­de değişik yöntemler ve üsluplar kullanılmış­tır. Örneğin doğrudan duvarın üzerine yapı­lan, fresk denen resimler yakın zamanlara kadar çok yaygındı.
Resim kâğıt, karton, mukavva, kontrplak ya da tuval'in (çerçeveye gerilmiş ve astarlan­mış bez) üzerine yapılabildiği gibi muşamba, duvar, cam ya da seramiğin üzerine de yapıla­bilir. Kullanılacak boya ve çizim gereçlerinin türü, resmin yapılacağı yüzeyin özelliklerine göre belirlenir. Boyalar bitkilerden, metal ve minerallerden ya da hayvanlardan elde edilir. Günümüzde yapay yollarla üretilen boya tür­leri de vardır. Ressamların kullandığı yağlıbo­ya, toprak ve kayaçlardaki metal ve minerallerden elde edilen renk verici pigment ile bitkisel yağların karışımıdır. Sürüldüğünde alttaki yüzeyi örten katı bir tabaka oluşturur. İnce toz halinde öğütülen toprak, olduğu gibi ya da kavrularak kullanılabilir. Boya bileşi­mindeki öteki maddeler ise boyanın fırçayla sürülmesini sağlayan bağlayıcı ve inceltici maddelerdir. Boyayı daha akışkan hale geti­rerek kolay sürülmesini sağlayan başlıca mad­deler su, yumurta ve terebentin esansı ile gaz­yağı gibi tinerlerdir. Fresklerde inceltici ola­rak kireçli su, kâğıdın üzerine suluboya ile ya­pılan resimlerde yalnızca su kullanılır. Renk verici pigmentin yapay reçineyle karıştırılma­sından oluşan yapay boyalar, guvaş, mumboya, pastel ve renkli tebeşirler en yaygın boya türleridir. Boya fırça, mala, ıspatula ya da bo­ya püskürtmeye yarayan boya tabancaları kullanılarak sürülür. Yağlıboya ilk kez 15. yüzyılda kullanılmaya başlandı. Daha önce sanatçılar tozboya ile yumurta sarısının karışı­mından elde edilen, tempera denen bir boya kullanıyorlardı.
Eski Mısır da resim sanatı
Tarihöncesi dönemlerde yaşayan insanların yaşadıkları mağaraların duvarlarına çizdikleri mamut, bizon, at, boğa gibi hayvanların resimleri resim sanatının ilk örnekleri sayılır. Mağara insanlarından yüzlerce yıl sonra Eski Mısır'da, mezar odala­rına yapılan resimler dinsel inançlardan kay­naklanıyordu. Ölümden sonra yeni bir yaşa­ma geçildiğine inanılan Eski Mısır'da, ölen kimsenin eskiden her gün kullandığı eşyalara gereksinim duyacağına inanılırdı. Bu nedenle ölü mezara kişisel eşyalarıyla birlikte gömü­lür, mezar odasının duvarlarına da çeşitli resimler yapılırdı. Eski Mısır mezarlarındaki bezeme sanatının bu güzel örneklerinde her şey basit ve açık bir biçimde çizilmişti. Eski Mısırlılar, baş ve bacakları yandan, gözleri ve vücudu önden gördükleri gibi çizerlerdi. Fira­vun ya da rahip gibi önemli kişiler büyük çizilir, öteki figürler geri kalan boşluğa yan yana ve üst üste sıkıştırılırdı. Resim yapanla­rın uyması gereken katı kurallar yüzünden Eski Mısır'da resim sanatı binlerce yıl hiç değişikliğe uğramadı.
Eski Yunan ve Eski Roma da resim sanatı
Günümüze kadar gelen heykel, tapınak ve taş oymaları, Eski Yunan sanatının çok gelişkin bir düzeyde olduğunu gösterir. Ne var ki, vazoların üzerindeki bezemeler ve desenler dışında Yunan resim sanatına ilişkin pek az bilgi vardır. Bununla birlikte Eski Yunan yazarlarının yapıtlarındaki övgü dolu sözler, Eski Yunanlılar'ın heykel ve mimarlığın yanı sıra resim sanatında da üstün olduğunu gös­termektedir. Anlatıldığına göre bu resimlerde tanrı ve tanrıçalar, efsaneler ya da günlük yaşamdan görüntüler konu edilmiştir. Eski Yunan resim sanatı en parlak dönemini Geç Minos (ÎÖ yaklaşık 1600-1150) ve Geç Miken (İÖ yaklaşık 1400-1100) uygarlıkları sırasında yaşadı. O dönemlerden kalma kırmızı ve siyah figürlü vazolar son derece ince bir zevkin ürünüdür.
Vezüv Yanardağı'nın patlamasıyla (İS 79) lavlar altında kalan Pompei kentinin 18. yüzyıl ortalarında yeniden ortaya çıkarılması, Eski Roma'daki resim sanatına ilişkin önemli bilgiler sağladı. Yüzyıllar boyunca kalın lav tabakası altında bozulmadan kalmış olan bu resimlerde çeşitli insan figürleri, avcılar, ba­lıkçılar, kır ve deniz manzaraları, tarihsel olaylar ya da Yunanlı kahraman Odysseus'un yolculukları gibi çeşitli destanlar ve mitolojik sahneler konu edilmişti. Ay­rıca meyve ve çiçek desenlerinin yer aldığı, günümüzde natürmort (ölüdoğa) adıyla bili­nen türden resimler de vardı. Eski Roma'da vazo ve duvar resminin yanı sıra kitap resim­leri ve portreler de yaygındı. Süse ve lükse düşkün olan Romalılar evlerinin ve eşyaları­nın resimlerle bezenmesinden hoşlanırdı. Bu­nunla birlikte özgün bir sanat yaratmak yeri­ne Etrüsk ve Eski Yunan sanatını taklit etmekle yetindiler.
Bizans ve ortaçağ da resim sanatı
Zengin bir kültür birikiminin ürünü olan Bizans sanatı, mimarlıkta olduğu kadar moza­ik resim ve duvar bezemeciliğinde de yetkin bir düzeye ulaşmıştı. Ortaçağ­da dünyanın en büyük kenti olan imparator­luk başkenti Konstantinopolis'teki (bugün İs­tanbul) görkemli saraylar ve kiliseler binlerce renkli taş ya da cam kırığından oluşturulan eşsiz güzellikte mozaik resimlerle bezeliydi. İS 323'te Hıristiyanlık'ın benimsenmesiyle ikona adı verilen kutsal resimler yapılmaya başlandı. İkonalar Yeni Ahit'te yazılı dinsel öyküleri resimler aracılığıyla okuryazar olmayanlara öğretmek için yapılıyordu. İkona resmi zamanla gelişerek sanatsal bir nitelik kazandı. Hz. İsa'nın, Hz. Meryem'in, havari­lerin ve azizlerin yaşamını konu alan ikonalar sonraki yıllarda bütün Ortodoks kiliselerinde yaygınlaştı. Erken Bizans döneminde (330- 726) hayvanları ve mitolojik sahneleri betim­leyen mozaik resim sanatı, kilisenin katı kurallarının egemen olduğu ve ikonaların yok edildiği dönemde belirgin bir duraklama ge­çirdi. O dönemde daha çok haç ya da benzeri simgelere ağırlık verildi. Kilise denetiminin zayıfladığı Orta Bizans ve Geç Bizans dönem­lerinde Eski Yunan sanatına duyulan ilgi yeniden canlanmaya başladı. Dinsel bağnaz­lıkların getirdiği kısıtlamalardan kurtulan mo­zaik resim, daha çeşitli konularda, doğalcı ve gerçekçi bir üslupla yapıldı. İstanbul'da Ayasofya'da ve Kariye Camisi'nde yer alan moza­ik resimler, Bizans resim sanatının günümüze ulaşabilefı en güzel örnekleri arasındadır.
13. yüzyılda İtalyan ve Flaman ressamların canlı renklerle yaptıkları anıtsal resimler ve freskler Rönesans sanatına temel hazırladı. Özellikle Floransalı ressam Giotto, fresk ve pano resimlerinde kullandığı parlak renkler ve usta tekniğiyle kendinden sonra gelen birçok sanatçıyı etkiledi.
Aynı dönemde yaşamış bir başka Floransalı sanatçı Cimabue ile Sienalı Agostino di Duccio freskleri ve pano resimleriyle gotik üslu­bun en güzel örneklerini verdiler. Duccio'nun yapmış olduğu, Hz. Meryem ve Hz. İsa'nın yaşamından sahnelerin yer aldığı dev boyutlu bir resim halk tarafından öyle beğenildi ki, ressamın atölyesinden katedrale kadar tören­le ellerde taşındı.
Rönesans da resim sanatı
15. ve 16. yüzyıllar Avrupa'da bilim, sanat ve kültür alanında "yeniden doğuş" olarak ta­nımlanan Rönesans'ın damgasını vurduğu bir dönem oldu. Bu dönemde özellikle İtalya'da hemen hemen her kent kendi sanat anlayışını ve üslubunu geliştirdi, kendi sanatçılarını yetiştirdi. Önce İtalya'da, Floransa kentinde filizlenen Rönesans, za­manla öteki kentlerde ve ülkelerde de etkisini gösterdi.
Floransa. Floransa'yı yeni düşüncelerin ve gelişmelerin merkezi yapan mimar Filippo Brunelleschi ve heykelci Donatello'ydu. Masaccio'nun yapıtlarıyla bu yeni gelişmeler kısa sürede resme de yansıdı. Rönesans'ın resim sanatına en büyük katkılarından biri perspek­tif kurallarının saptanması ve bu sayede resimlerde derinlik duygusunun verilebilmesiydi. Resimlerinde matematikçiler­den öğrendiği perspektif kurallarını uygula­yan Masaccio, aynı zamanda ışıkla ilgili çalış­malar yaptı. Tablolarında, ışık en yakın pencereden geliyor ve üzerine vurduğu tüm figürleri sarıyormuşçasına, doğal ve ferah bir atmosfer yaratmayı başardı. Anatomi bilimin­den yararlanarak insan vücudunu gerçekçi bir biçimde çizdi.
Masaccio'nun yakın izleyicilerinden biri de Paolo Uccello'ydu. Perspektif kurallarını öğ­renen Uccello'nun figürleri canlı ve hareket­liydi. Hayvan resimleri yapmayı seven sanat­çının seçtiği konular da çok çeşitliydi.
Bir başka Rönesans sanatçısı olan Fra Angelico, tanrıya duyduğu sevgi ve hayranlığı, ayrıntıların gözden kaçırılmadığı, göze hoş gelen renkleriyle bol ışıklı resim ve fresklerde dile getirdi.
Floransa, İtalya'nın her yanından gelen sa­natçıların toplandığı canlı bir kültür merkeziydi. Kente Umbria'dan gelen Piero della Francesca aynı zamanda bir matematikçiydi. Bu özelliği resimlerindeki güçlü perspektifte ve mekân yapısında kendini gösterdi. Resim­lerinin arka planında kusursuz güzellikte gör­kemli yapılar, önde ise heykel görünümlü in­sanlar yer alıyordu.
Bu dönemde sanatçılar kilisenin ve varlıklı ailelerin koruması altındaydı. Floransa kenti­nin yönetimini de elinde bulunduran zengin ve soylu Medici ailesinin koruması altında çalışan sanatçılardan en ün­lüleri, İlkbahar ve Venüs'ün Doğuşu tablola­rıyla Sandro Botticelli, M ona Lisansıyla, bel­leklerden silinmeyen Leonardo da Vinci, da­ha yaşarken çağının en büyük sanatçısı olarak benimsenen Michelangelo ve "ressamların prensi" olarak anılan Raffaello'ydu. Bu sa­natçılar insanı merkez alan yapıtlarında ışık ve perspektifi olağanüstü bir ustalıkla uygula­dılar. Resim sanatını ve güzellik kavramını doruk noktasına ulaştıran Rönesans sanatçıla­rının resimlerindeki en çarpıcı özellikler fon ve figürler arasındaki yumuşak renk geçişleri, figürlerin gerçeğe uygunluğu, aralarındaki kusursuz uyum, bütünlük ve anlatım gücüydü.
Venedik. 15. yüzyıl başlarında ve 16. yüzyıl­da Jacopo Bellini ve oğulları Gentile ile Giovanni "Venedik Okulu" olarak tanımlanan resim üslubunu geliştirdiler. Yeteneğiyle ba­basını ve kardeşini gölgede bırakan Giovanni Bellini, yağlıboya kullanan ilk İtalyan ressamlarındandır. Yeni boyalarla renkleri ve ışığı daha büyük bir ustalıkla işlemeyi başaran Giovanni aynı zamanda yapıtlarında derinlik ve mekân duygusunu vermeyi başaran ilk Rö­nesans sanatçılarındandır.
Giovanni Bellini'yle birlikte çalıştığı sanı­lan Giorgione ve Tiziano, Venedik Okulu' nun gelişmesine önemli katkıları olan sanat­çılardandır. Venedikli ressam­ların yapıtlarını Floransalı ressamlarınkinden ayıran en belirgin özellik, dinsel içerikli re­simlerinin bu dünyanın ötesinde bir gizemlilik taşımaktan çok, insana yakın oluşlarıydı. Mic­helangelo ve Raffaello dinsel konulu resimle­re ağırlık verirken, Venedikliler, belki de su­larla kuşatılmış olduklarından, manzara re­simleri yapmayı yeğlediler. Renklerini ve do­kumalarını beğendikleri göz alıcı kumaşlara resimlerinde yer verdiler. Doğa fonu içinde çıplak kadın resimleri (nü) yapmak Venedikli sanatçıların en hoşlandığı konular arasın­daydı.
Geç Rönesans döneminin klasik üslubuyla çalışan Paolo Veronese de Venedik Okulu'ndandı. Beyaz mermer sarayların önünde genç ve güzel kadınlarla ağır giysiler içindeki soylu senatörlerin tablolarını yaptı. Tiziano'dan sonra Venedik Okulu'nun en tanınmış sanat­çısı Tintoretto'dur. Olağanüstü bir düş gücü­ne sahip olan Tintoretto'nun, hangi açıdan bakılırsa bakılsın, karanlıktan aydınlığa çıkı­yormuş gibi görünen figürleri ve hızlı çalışma temposu dikkat çekiciydi. Sanatçının Vene­dik'te Düklük Sarayı için yaptığı 22,5 metre uzunluğunda ve 9,1 metre genişliğindeki Cen­net Bahçesi adlı resmin, bugüne kadar yapı­lanların en büyüğü olduğu sanılmaktadır.
İtalya'da bu gelişmeler olurken Avrupa'nın kuzeyinde resim sanatı farklı bir doğrultuday­dı. Roma mimarlığının yeniden benimsenme­siyle İtalya'da başlayan Rönesans hareketinin etkisi Alpler'in kuzeyinde çok daha geç görül­dü. Kuzey ülkelerindeki kiliseler hâlâ renkli cam bezemeli kocaman pencereleriyle gotik üslupta yapılıyordu. Bu yapıların duvarların­da resim ya da fresklere fazla yer verilmiyor­du. Bu nedenle yaldızlı çerçevelerin içinde mihrabın üzerine yerleştirilen küçük boy re­simler yapıldı. Bir yandan da eskisi gibi kitap resimleri yapılıyordu. Geç Gotik dönemin en ünlü kitap bezeme ustaları sayılan üç Flaman kardeş, özenli teknikleri ve ayrıntıları doğalcı bir biçimde işleme ustalıklarıyla öne çıktı. Kı­saca Limbourg kardeşler olarak anılan Pöl, Hernan ve Jehanequin hep birlikte çalıştıkları için, üsluplarını birbirinden ayırmak zordur. Doğal görünümleri doğru ve gerçeğe uygun resimlemeleriyle, Felemenk sanatının geliş­mesine büyük katkıları olmuştur.
Masaccio'nun İtalyan resmini değiştirmek­te oynadığı rolü Felemenk ve Flandre'da Robert Campin ve Jan van Eyck oynadı. Çevre­lerinde gotik binalar gördükleri için resimle­rinde bunları yansıtmalarına karşılık, ışık al­tında yıkanıyormuş izlenimi veren figürleri ve geniş mekân anlayışlarıyla resme yenilik ge­tirdiler. Resim tarihinin en özgün yapıtlarından sayılan Giovanni Arnolfini'nin Evlenmesi adlı tablosuyla tanınan Jan van Eyck, o dönemde yeni gelişmekte olan yağlıboya tekniğini yetkinleştiren ilk res­samdı. Yağlıboyanın yarattığı saydamlık, ışığı resimlemede temperadan çok daha iyi sonuç veriyordu.
16. yüzyılda yaşamış Flaman ressam Pieter Bruegel (Yaşlı) resimlerinde günlük yaşam­dan görüntüler, eğlenen, yiyip içen köylüler­den başka, o günlerde kimsenin yabancısı ol­madığı savaş sahnelerinden kesitleri yansıttı. Yapıtlarında çarpıcı bir hareketlilik ve canlı­lık egemendi. Bruegel, kendinden önce gelen, düş ürünü korkutucu yaratıkların yer aldığı resimleriyle ünlü Hieronymus Bosch'tan etkilenmiştir.
Fransa'da Rönesans ilkelerini benimseyen ressamlar Jean Cousin (1522-94) ve Antoine Caron'du (yaklaşık 1520-1600). Yapıtlarının pek azı günümüze ulaşabilen bu sanatçılar Flaman ve Alman ressamlar kadar etkili ola­madılar.
Almanya'da 15. yüzyılın sonlarına doğru resim sanatını önemli ölçüde etkileyen res­samlar yetişti. Bunların en ünlüleri Matthias Grünewald, Albrecht Dürer, Lucas Cranach (Yaşlı) ve Hans Holbein'dı.
İspanya'da Gotik dönem öncesi yapılan görkemli kiliselerin duvarları adı bilinmeyen ressamlarca çarpıcı resimlerle bezenmişti. Rönesans resim sanatının önde gelen temsilci­leri ise 15. yüzyılın ikinci yarısında yaşamış olan Bartolome Bermejo ve 17. yüzyılda Rö­nesans sanatını doruk noktasına çıkaran El Greco'dur. Daha çok dinsel konulu resimler yapan El Greco resim yapmayı Tiziano ve Tintoretto döneminde, Venedik'te öğrendi. Resimleri Venedikli ressamların yapılarında­ki gibi renk açısından parlak ve zengindi.
En çok Tiziano'dan etkilenen Velazquez ise portre ressamlığında ustalaştı.
17. Yüzyıl
17. yüzyılda Rönesans'ın yerini barok sanat akımı aldı. Bu yeni sanat anlayışında Röne­sans'ın klasik sanata dönme eğilimi sürmekle birlikte, resimlerde görkemlilik, duygusallık, canlılık ve hareketlilik egemendi. Barok res­min önde gelen adlarından Flaman ressam Peter Paul Rubens, kiliselere büyük mihrap panoları, mitolojik konulu resimler, çok sayı­da portre ve saray yaşamıyla ilgili resim yaptı. Manzara resminin ilk büyük ressamı olan Rubens, ressamlığın yanı sıra önemli diplomatik görevlerle İtalya, İspanya ve İngiltere'ye gitti.
17. yüzyılın başlarında Hollanda İspanyol egemenliğinden kurtulmuş, keşif gezilerinin sonucu elde ettiği sömürgelerle zenginleşmiş­ti. Varlıklı Hollandalı tüccarlar sanatçılara ev­lerinin duvarlarını süslemek için reşimler ıs­marladılar. Ressamlar bu tüccarların sadık eş­lerini, tombul ve neşeli çocuklarını, zenginlik­ten dolup taşan evlerinin içini gösteren resim­lerin yanı sıra, onlara bu zenginliği sağlayan denizin ve bereketli toprakların resimlerini de yaptılar. Bazı sanatçılar ise Hollanda'nın öte­ki yüzünün, yoksul köylülerin ve içinde yaşa­mak zorunda oldukları izbelerin resmini yap­tı. Bu dönemin önemli ressamlan, iç mekân resimleriyle tanınan Jan Vermeer ve Pieter de Hooch, yiyip içen, eğlenen sıradan insanları konu alan Jan Steen ve Frans Hals'tı. Felemenkli portre ressamlarının en büyüğü olan Rembrandt, ışık kullanmaktaki ustalığının yanı sıra insan­ları tüm kişilik özellikleriyle yansıtabilmesiyle tanındı.
Barok resmin İspanya'daki temsilcileri, do­ğalcı üslubuyla tanınan Annibale Carracci ile kendinden sonra gelen ressamlan derinden etkilemiş ve kendi adıyla anılan yeni bir üslup yaratmış olan Caravaggio idi. Işık ve gölge karşıtlığını o güne kadar görülmemiş bir bi­çimde kullanan Caravaggio, dinsel kişileri sı­radan insanlarla birlikte ve onlara benzeterek çizdiği için yapıtları çoğu kez kilise tarafından geri çevrilmişti. İspanyol ressam Goya ise önceleri barok ve rokoko üslupta yapıtlar ver­di, sonradan Velazquez'in etkisinde kalarak doğalcı ve gerçekçi bir anlayışı benimsedi. Yağlıboya yapıtlar yanında fresk ve oymabaskı resimler de yapan Goya, 19. ve 20. yüzyılın önemli ressamlarını etkiledi.
Fransa'da 1635'te Fransız Akademisi kurul­muş, Fransa Kralı XIV. Louis döneminde Pa­ris bir sanat ve kültür merkezi durumuna gel­mişti. Düşüncelerin özgürce tartışıldığı bir or­tamda resimde de katı kuralları aşan, dinsel konular yerine hafif ve uçarı konuları ele alan bir eğilim belirdi. Antoine Watteau akademi­nin yeğlediği klasik konular yerine, kendi düş dünyasının ürünü resimler yaptı. Jean-Baptiste-Simeon Chardin, François Boucher ve Jean-Honore Fragonard'ın kolayca yapılıver­miş izlenimini yaratan uçarı görünümlü resim­leri aslında yoğun bir emek ürünüydü.
16. yüzyıl Reform hareketi sonucu yok edi­len kilise resimlerinden sonra ingiltere'de uzun süre sadece Holbein ve Var Dyck gibi yabancı sanatçılar yapıt verdi.
18. Yüzyıl
18. yüzyılda barok ve rokoko sanat akımları­nın süslü ve gösterişli üslubuna tepki olarak Yeni klasikçilik (Neoklasik) Akımı gelişti. Es­ki Yunan ve Eski Roma sanatına duyulan ilgi­nin yeniden canlanması resim sanatında da etki­li oldu. Resimde tarihsel ve mitolojik konulara ağırlık verildi. Plastik sanatlann denge, uyum, bütünlük ve yalınlık ilkeleri temel alındı.
Yeniklasikçi sanat akımına damgasını vu­ran öncü ressam Fransız Jacques-Louis David'di. Fransız Devrimi'ni destekleyen David, siyasal görüşlerini yansıtan resimler yaptı. Bunların içinde Marat'nın Ölümü (1793) David'in başyapıtlarından biridir. Renkten, ışık­tan çok desene önem veren David ve onun görüşünde olan sanatçılar ile karşıt görüşte olanlar arasında, 19. yüzyılda da sürecek bir tartışma başladı. David'in önde gelen izleyici­lerinden Jean-Auguste Ingres "Çizgi her şey­dir, renk ise hiçtir" diyordu.
18. yüzyıl'da İngiltere'de yetişen dünya ça­pındaki en önemli ressam William Hogarth'tır. Hogarth her sınıf­tan insanın resmini çizerken aynı zamanda ya­şadığı döneme eleştirel bir gözle bakmıştır. Sir Joshua Reynolds iyi bir portre ressamıydı. 1768'de kurulan Kraliyet Sanat Akademisi' nin ilk başkanı oldu. 18. yüzyılda İngiltere'de manzara resimleriyle tanınan en ünlü ressam
Richard Wilson'du. Ünlü şair William Blake ise çoğunlukla suluboya çalıştığı düş ürünü, gizemli resimleriyle resim tarihinde özgün bir yere sahiptir.
Thomas Gainsborough da 18. yüzyıl İngiliz resminin en büyük ustalarından biridir. Gerek portrelerinde, gerek manzara resimlerinde tekniği ve renkle­riyle dikkati çeker.
Rusya Batıdaki Gelişmelere Açılıyor
Rus ressamlar 17. yüzyıla kadar yapıtlarına imza atmadıkları için bu yapıtların kimler ta­rafından yapılmış olduğu ancak yazılı belgele­re ya da üslup özelliklerine dayanılarak sapta­nabiliyordu. 14. yüzyılın sonuyla 15. yüzyı­lın başında yaşayan ve Rusya'nın en önemli ressamlarından biri olan Andrey Rublyov bu gelenekten geliyordu. Rusya'da Hıristiyanlık' ın benimsenmesiyle başlayan ikona yapımı 15. yüzyılda ulusal bilincin uyanmasıyla Slav özellikleri kazandı. Bezemelerde artık Rus motifleri yer alıyor, azizlerin giysileri yerel giysiler örnek alınarak boyanıyordu. İkona yapımı 18. yüzyıla kadar sürdü.
1703'te I. Petro'nun St. Petersburg (bugün Leningrad) kentini kurması batı etkisinin Rusya'da yayılmasına yol açtı. İtalyan ve Fransız ressamlar Rusya'ya gelirken, çok sa­yıda genç sanatçı da öğrenim görmek için Av­rupa'nın çeşitli kentlerine gitti. 18. yüzyılın başında dinsel konulu resimlerin yerini gide­rek daha genel konular aldı. Dimitri Levitski 18. yüzyılda batı üslubunda resim yapan en ünlü sanatçıydı. 1757'de St. Petersburg'da ku­rulan Güzel Sanatlar Akademisi'ne okulun yönetimi için Fransa'dan sanatçılar davet edildi.
Napolyon'un 1812'de Rusya'yı işgali ülkede batı Slav karşıtlığına ilişkin yoğun bir tartış­manın başlamasına yol açtı. Batının değerleri sorgulanırken Rusya'nın öz değerleri yüceltil­di. Bu dönemde konularını tarihten alan re­simler yapıldı. Resim yapmayı bir ikona res­samından öğrenen ve akademiyi 1860'larda altın madalya ile bitiren İlya Yefimoviç Repin tarihsel konulu resimleriyle ünlendi.
Modern Resim
Modern resmin başlangıç tarihi kesin olarak belirtilemezse de, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da ortaya çıktığı konusunda görüş bir­liği vardır. "Modern sanat" terimi, bu dönem­den günümüze kadar batı resmindeki ve öteki görsel sanatlardaki yenilikçi gelişmeleri be­lirtmekte kullanılır. Çok çeşitli akımları, üs­lupları ve kuramları kapsayan modern resim, geçmişte kullanılmış teknikleri ve konuları genelde reddeder.
19. yüzyılda bilimsel ve teknolojik ilerleme, sanayileşme ve kentleşme sonucu batı top­lumları hızlı bir değişim sürecine girdi. Daha önce kabul gören din­sel dogmalar ve ahlak ölçütleri sorgulanmaya başlandı. Kilisenin eski baskısı kalmadı; din­den bağımsız, laik devlet anlayışı yerleşti. Sa­natçılar da bu gelişmeler doğrultusunda res­min konusu, üslubu, renk ve ışık kullanımıyla ilgili geleneksel kalıpları değiştirmek, çağdaş yaşamın gereklerine uygun yapıtlar yaratmak kaygısıyla yeni arayışlara yöneldiler.
İngiltere'de 19. yüzyılın başlarında iki önemli manzara ressamı dünya çapında üne kavuştu: John Constable ve William Turner. Doğada hiçbir çirkinlik bulunamayacağını söyleyen Constable, yemyeşil çayırların ve ağaçların resmini yaptı. Turner ise resimlerin­de parlak renkler kullandı.
Özgün renkleri ve dramatik kompozisyonlarıyla ünlenen Fransız ressam Eugene Delacroix, yaşadığı dönemin tarihsel olaylarından ve Kuzey Afrika'nın parlak güneşinden etki­lendi. Waterloo Savaşı'ndan sahneleri, aslan avlarını, Cezayir­li kadınları canlı renklerle tuvaline aktardı. Eugene Delacroix ve William Turner kendile­rinden sonra gelen İzlenimci ressamları derin­den etkiledi.
19. yüzyıl ortalarında İngiltere'de, Kraliyet Sanat Akademisi'nin katı kurallarına karşı çı­kan bir grup ressam, konularını geçmişteki değer yargılarını yücelten edebiyat yapıtların­dan seçtiler. Sanatta yapaylığı yadsıyan bu sa­natçılar kendilerini "Ön-Raffaellocular" ola­rak adlandırdılar. Resimlerinde genellikle parlak ışıklı, canlı, ayrıntıya yer veren bir üs­lup kullandılar. Grubun önde gelen adları Ford Madox-Brown, Holman Hunt, John Millais ve Dante Gabriel Rossetti'ydi.
19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da baş­layan Doğalcılık (Naturalizm) Akımı resim sanatını da önemli ölçüde etkiledi. Doğalcılık'tan etkilenen ve öncüle­ri Theodore Rousseau ile Jean François Mil­let olan Barbizon Okulu ressamları, doğadaki her şeyin olduğu gibi yansıtılmasını savunu­yorlardı. Yerleştikleri yemyeşil ve sakin Bar­bizon kasabasından adını alan bu sanatçı gru­buna 1840'larda hayvan ve manzara resmi yapmak amacıyla birçok genç ressam katıldı. Doğalcılık Akımı'nın manzara resmi alanın­daki en büyük ustası Jean-Baptiste Camille Corot'ydu. Corot, sonradan geleneksel sana­tın kurallarına karşı çıkacak olan İzlenimci ressamlara da esin kaynağı oldu.
Gene 19. yüzyılın ortalarında, Doğalcılık'ın bir uzantısı olarak gelişen Gerçekçilik Akımı' nı benimseyen sanatçılar, köylü ve işçi gibi, uzunca bir zamandır resimden uzak tutulmuş konulara yer verdiler. Millet'nin Harmancı adlı tablosuyla Gustave Courbet'nin 1849'da yaptığı Taş Kıranlar, Gerçekçilik Akımı'nın ilk resimleri sayılır.
Fransa'da 19. yüzyılın sonunda Claude Monet, Alfred Sisley, Pierre-Auguste Renoir, Edouard Manet, Camille Pissarro ve Frederic Bazille gibi sanatçıların öncülüğünde İzlenim­cilik Akımı başladı. Geleneksel resim anlayı­şının yüzyıllardır süren kurallarını altüst eden bu sanatçılar genellikle açık havada çalışarak, doğada ve çevrelerindeki her şeyi kendi gör­dükleri gibi resimlerinde gösterdiler.
Anlık izlenimlerini rahat ve kesik fırça dar­beleriyle, canlı renklerle yansıttılar. Gelenek­sel resim sanatının koyu renklerine ve ayrıntı­ya önem veren tutumuna karşı çıktılar. Bakıl­dığında rengin ve ışığın titreştiği izlenimini ya­ratmak amacıyla, karşıt renkleri yan yana kul­landılar. Işık, gölge ve biçimleri yalnızca renklerle belirlediler. İzlenimci ressamlar yal­nızca yeni bir üslup yaratmakla sınırlı kalma­dılar, konulara da yenilik getirdiler. Edouard Manet'nin 1862'de yaptığı Tuileries Bahçesi'nde Konser adlı tablosu Paris yaşamının tüm özelliklerini yansıtıyordu. Yenilik geti­ren, yenilikçi anlamında avangard (avant- garde) terimi bu sırada sanat sözlüğüne girdi; arayış içinde olan genç ressamları nitelemek için kullanıldı. Yeni ressamlarla eski gelenek belirtilemezse de, 19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da ortaya çıktığı konusunda görüş bir­liği vardır. "Modern sanat" terimi, bu dönem­den günümüze kadar batı resmindeki ve öteki görsel sanatlardaki yenilikçi gelişmeleri be­lirtmekte kullanılır. Çok çeşitli akımları, üs­lupları ve kuramları kapsayan modern resim, geçmişte kullanılmış teknikleri ve konuları genelde reddeder.
19. yüzyılda bilimsel ve teknolojik ilerleme, sanayileşme ve kentleşme sonucu batı top­lumları hızlı bir değişim sürecine girdi. Daha önce kabul gören din­sel dogmalar ve ahlak ölçütleri sorgulanmaya başlandı. Kilisenin eski baskısı kalmadı; din­den bağımsız, laik devlet anlayışı yerleşti. Sa­natçılar da bu gelişmeler doğrultusunda res­min konusu, üslubu, renk ve ışık kullanımıyla ilgili geleneksel kalıpları değiştirmek, çağdaş yaşamın gereklerine uygun yapıtlar yaratmak kaygısıyla yeni arayışlara yöneldiler.
İngiltere'de 19. yüzyılın başlarında iki önemli manzara ressamı dünya çapında üne kavuştu: John Constable ve William Turner. Doğada hiçbir çirkinlik bulunamayacağını söyleyen Constable, yemyeşil çayırların ve ağaçların resmini yaptı. Turner ise resimlerin­de parlak renkler kullandı.
Özgün renkleri ve dramatik kompozisyonlarıyla ünlenen Fransız ressam Eugene Delacroix, yaşadığı dönemin tarihsel olaylarından ve Kuzey Afrika'nın parlak güneşinden etki­lendi. Waterloo Savaşı'ndan sahneleri, aslan avlarını, Cezayir­li kadınları canlı renklerle tuvaline aktardı. Eugene Delacroix ve William Turner kendile­rinden sonra gelen İzlenimci ressamları derin­den etkiledi.
19. yüzyıl ortalarında İngiltere'de, Kraliyet Sanat Akademisi'nin katı kurallarına karşı çı­kan bir grup ressam, konularını geçmişteki değer yargılarını yücelten edebiyat yapıtların­dan seçtiler. Sanatta yapaylığı yadsıyan bu sa­natçılar kendilerini "Ön-Raffaellocular" ola­rak adlandırdılar. Resimlerinde genellikle parlak ışıklı, canlı, ayrıntıya yer veren bir üs­lup kullandılar. Grubun önde gelen adları Ford Madox Brown, Holman Hunt, John Millais ve Dante Gabriel Rossetti'ydi.
19. yüzyılın ikinci yarısında Fransa'da baş­layan Doğalcılık (Naturalizm) Akımı resim sanatını da önemli ölçüde etkiledi. Doğalcılık'tan etkilenen ve öncüle­ri Theodore Rousseau ile Jean-François Millet olan Barbizon Okulu ressamları, doğadaki her şeyin olduğu gibi yansıtılmasını savunu­yorlardı. Yerleştikleri yemyeşil ve sakin Bar­bizon kasabasından adını alan bu sanatçı gru­buna 1840'larda hayvan ve manzara resmi yapmak amacıyla birçok genç ressam katıldı. Doğalcılık Akımı'nın manzara resmi alanın­daki en büyük ustası Jean-Baptiste Camille Corot'ydu. Corot, sonradan geleneksel sana­tın kurallarına karşı çıkacak olan İzlenimci ressamlara da esin kaynağı oldu.
Gene 19. yüzyılın ortalarında, Doğalcılık'ın bir uzantısı olarak gelişen Gerçekçilik Akımı' nı benimseyen sanatçılar, köylü ve işçi gibi, uzunca bir zamandır resimden uzak tutulmuş konulara yer verdiler. Millet'nin Harmancı adlı tablosuyla Gustave Courbet'nin 1849'da yaptığı Taş Kıranlar, Gerçekçilik Akımı'nın ilk resimleri sayılır.
Fransa'da 19. yüzyılın sonunda Claude Monet, Alfred Sisley, Pierre-Auguste Renoir, Edouard Manet, Camille Pissarro ve Frederic Bazille gibi sanatçıların öncülüğünde İzlenim­cilik Akımı başladı. Geleneksel resim anlayı­şının yüzyıllardır süren kurallarını altüst eden bu sanatçılar genellikle açık havada çalışarak, doğada ve çevrelerindeki her şeyi kendi gör­dükleri gibi resimlerinde gösterdiler.
Anlık izlenimlerini rahat ve kesik fırça dar­beleriyle, canlı renklerle yansıttılar. Gelenek­sel resim sanatının koyu renklerine ve ayrıntı­ya önem veren tutumuna karşı çıktılar. Bakıl­dığında rengin ve ışığın titreştiği izlenimini ya­ratmak amacıyla, karşıt renkleri yan yana kul­landılar. Işık, gölge ve biçimleri yalnızca renklerle belirlediler. İzlenimci ressamlar yal­nızca yeni bir üslup yaratmakla sınırlı kalma­dılar, konulara da yenilik getirdiler. Edouard Manet'nin 1862'de yaptığı Tuileries Bahçesi'nde Konser adlı tablosu Paris yaşamının tüm özelliklerini yansıtıyordu. Yenilik geti­ren, yenilikçi anlamında avangard (avant- garde) terimi bu sırada sanat sözlüğüne girdi; arayış içinde olan genç ressamları nitelemek için kullanıldı. Yeni ressamlarla eski gelenek. Gerçeküstücü ressamlar somut olarak var olmayan, bütünüyle düş ürünü resimler yaptılar. Gerçeküstücülük Akımı'nın en önemli temsilcileri Belçikalı Rene Magritte, İspanyol Joan Mirö ve Salvador Dali, Fransız Paul Klee, Yves Tanguy ve Giorgio da Chirico'ydu.
20. yüzyılın ilk yarısında, üçü de Meksikalı olan Jose Clemente Orozco, Diego Rivera ve David Alfaro Siqueiros yaptıkları dev boyutlu duvar resimleriyle fresk tekniğini yeniden canlandırdılar. 1923-27 arasında üçü birlikte çalışarak Meksika tarihini ve kültürünü kala­balık, canlı ve renkli kompozisyonlarıyla du­varlara yansıttılar.
II. Dünya Savaşı'nın Avrupa'da yol açtığı yıkım resim sanatının merkezini Paris'ten New York'a kaydırdı. 1960'larda ABD'de Hareketli Soyut, Pop Sanat, Foto Gerçekçi­lik, Op Sanat gibi, Soyut Dışavurumculuk kapsamında yeni akımlar ortaya çıktı. Bu ha­rekete bağlı ressamlar fotoğraf parçalan, kon­serve kutuları gibi her türden nesneyi kolaj yöntemiyle tuvale uygulayarak yepyeni bir anlatım dili oluşturdular. Bu akımların önde gelen adlan Roy Lichtenstein, Andy Warhol, Peter Blake, Ronald B. Kitaj, David Hockney ve Jackson Pollock'tur.